🎾 Biz Bu Kitabı Mekke Ve Çevresine Gönderdik

Bizimİlahımız da sizin İlahınız da bir ve aynı İlahtır ve Biz O’na gönülden teslim olduk.” [16,125; 20,44; 57,25] 47 – Biz, işte sana da bu Kitabı indirdik. Daha önce kitap verdiğimiz kimseler buna da iman ederlerdi. Şunlardan da ona iman edenler vardır. Bizim âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez. Ayet de “Biz bu kitabı mekke ve çevresine gönderdik” der. Biz bu kitabı anlayasınız diye Arapç gönderdik, der. Günümüzde din üzerinden tartışma yaratmak saçma ve ahmakçadır. Dünya üzerinde Türk dilini, kültürünü, tarihini yansıtan tek din Gök Tengri (Kök Tengri – Gök Tanrı) inancıdır. Şübhesizki biz onu, anlayasınız diye, Arabca bir Kur'ân olarak indirdik. 9. Ali Fikri Yavuz Meali: Biz, bu kitabı anlayasınız diye, Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. 10. Ömer Nasuhi Bilmen Meali: Şüphe yok ki, Biz onu bir Arapça Kur'an olarak indirdik. Umulur ki, siz güzelce anlarsınız. 11. Ümit Şimşek Meali C “Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Şüpesiz bunlar, Allah’a derinden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir” (Bakara suresi, 45. ayet) D) “Biz onu (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ve o da hak ile indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (İsrâ suresi, 105. ayet) 1 Gerçek, doğruluk. Hakıykat, biz sana kitabı — Allahın sana gösterdiği vech ile insanlar arasında hükmetmen için — hak olarak indirdik, Haainlere bir müdâfaacı olma. (Habîbim, yâ Muhammed!) Şübhesiz ki biz, bu Kitâb'ı sana hak ile indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin Ahmet Haşim’in Merdiven Adlı Şiirinin Kafiye ve Redifleri. Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden. Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak -rak zengin kafiye. Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak --rak zengin kafiye. Sular sarardı. Yüzün perde perde solmakta -ol tam kafiye, -makta redif. Opeygamberleri apaçık delillerle ve kutsal metinlerle gönderdik. İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve (ola ki üzerinde) düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik. Elmalılı Mealinde: Beyyinelerle ve kitablarla; sana da bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni nâsa anlatasın ve gerek ki tefekkür ve mâ enzelnâ=ve biz indirmedik,aleyke el kitâbe=sana kitabı,illâ=den başka,li tubeyyine=açıklaman için,lehum=onlara,ellezî ihtelefû=ihtilafa düşmüş/düştükleri,fî-hi=ona dair/onun hakkında,ve huden=ve hidayet,ve rahmeten=ve rahmet, li kavmin=tek kavim için,yu'minûne=iman etmeleri/müminlik Öncekibölüm için tıklayınız . M. Âsım KÖKSAL (rh) Kureyş Müşriklerinin Ebu Talib’e Başvurmaları. Peygamberimiz (a.s.)ın kendi dinlerinden ayrılmak ve putlarını yermek., gibi davranışların­dan şikâyetlerine Ebu Talib’in aldırış etmemekle kalmayıp yanına dikilerek onu koruduğunu, kolladığını gören Kureyş müşriklerinin eşrafından: [1] W3qAD. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ 1- Ha, Mim. 43-Zuhruf 1 حٰمٓۜ Ha, Mim. -1 2- Mübin apaçık olan Kitab'a andolsun. 43-Zuhruf 2 وَالْكِتَابِ الْمُب۪ينِۙ Mübin apaçık olan Kitab'a andolsun. -2 3- Biz akledip-anlayasınız diye onu arapça bir Kur'an kıldık. 43-Zuhruf 3 اِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْءٰناً عَرَبِياًّ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَۚ Biz akledip-anlayasınız diye onu arapça bir Kur'an kıldık. -3 4- Gerçekten o Kur'an, Bizim katımızda bulunan Ana Kitab'tadır Levh-i Mahfuz'dadır. Çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur. 43-Zuhruf 4 وَاِنَّهُ ف۪ٓي اُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَك۪يمٌۜ Gerçekten o Kur'an, Bizim katımızda bulunan Ana Kitab'tadır Levh-i Mahfuz'dadır. Çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur. -4 5- Siz ayetleri inkar edip haddi aşan bir kavim oldunuz-olacaksınız diye şimdi o zikri Kur'an ile uyarmayı sizden uzaklaştırıp-vaz mı geçelim? 43-Zuhruf 5 اَفَنَضْرِبُ عَنْكُمُ الذِّكْرَ صَفْحاً اَنْ كُنْتُمْ قَوْماً مُسْرِف۪ينَ Siz ayetleri inkar edip haddi aşan bir kavim oldunuz-olacaksınız diye şimdi o zikri Kur'an ile uyarmayı sizden uzaklaştırıp-vaz mı geçelim? -5 6- Biz sizden öncekilere nice peygamberler göndermiştik. 43-Zuhruf 6 وَكَمْ اَرْسَلْنَا مِنْ نَبِيٍّ فِي الْاَوَّل۪ينَ Biz sizden öncekilere nice peygamberler göndermiştik. -6 7- Onlara bir peygamber gelmeyiversin, mutlaka onunla alay ederlerdi. 43-Zuhruf 7 وَمَا يَأْت۪يهِمْ مِنْ نَبِيٍّ اِلَّا كَانُوا بِه۪ يَسْتَهْزِؤُ۫نَ Onlara bir peygamber gelmeyiversin, mutlaka onunla alay ederlerdi. -7 8- Bu yüzden Biz de kuvvet bakımından bunlardan çok daha şiddetli olanları helak ettik. Öncekilerin misali Kur'an'da geçmiştir. 43-Zuhruf 8 فَاَهْلَكْـنَٓا اَشَدَّ مِنْهُمْ بَطْشاً وَمَضٰى مَثَلُ الْاَوَّل۪ينَ Bu yüzden Biz de kuvvet bakımından bunlardan çok daha şiddetli olanları helak ettik. Öncekilerin misali Kur'an'da geçmiştir. -8 9- Andolsun ki onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Onları Aziz üstün ve güçlü olan, Alim herşeyi hakkıyle bilen Allah yarattı" derler. 43-Zuhruf 9 وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَز۪يزُ الْعَل۪يمُۙ Andolsun ki onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Onları Aziz üstün ve güçlü olan, Alim herşeyi hakkıyle bilen Allah yarattı" derler. -9 10- O ki yeri sizin için bir beşik kıldı ve doğru gidesiniz diye onda size birtakım yollar var etti. 43-Zuhruf 10 اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْداً وَجَعَلَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلاً لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَۚ O ki yeri sizin için bir beşik kıldı ve doğru gidesiniz diye onda size birtakım yollar var etti. -10 11- Gökten belli bir miktar su indiren O'dur. Onunla ölü bir beldeyi dirilttik, siz de böyle diriltilip çıkarılacaksınız. 43-Zuhruf 11 وَالَّذ۪ي نَزَّلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً بِقَدَرٍۚ فَاَنْشَرْنَا بِه۪ بَلْدَةً مَيْتاًۚ كَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ Gökten belli bir miktar su indiren O'dur. Onunla ölü bir beldeyi dirilttik, siz de böyle diriltilip çıkarılacaksınız. -11 12- O, bütün çiftleri yarattı. Sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri var etti. 43-Zuhruf 12 وَالَّذ۪ي خَلَقَ الْاَزْوَاجَ كُلَّهَا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنَ الْفُلْكِ وَالْاَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَۙ O, bütün çiftleri yarattı. Sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri var etti. -12 13- Onların sırtlarına binip üzerlerine yerleştiğiniz zaman Rabbinizin nimetini zikredip-anarak şöyle diyesiniz "Bunları bize müsahhar emre ve hizmete uygun kılan Allah sübhandır münezzehtir-yücedir. Yoksa biz buna güç yetiremezdik." 43-Zuhruf 13 لِتَسْتَوُ۫ا عَلٰى ظُهُورِه۪ ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْ اِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ وَتَقُولُوا سُبْحَانَ الَّذ۪ي سَخَّرَ لَنَا هٰذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِن۪ينَۙ Onların sırtlarına binip üzerlerine yerleştiğiniz zaman Rabbinizin nimetini zikredip-anarak şöyle diyesiniz "Bunları bize müsahhar emre ve hizmete uygun kılan Allah sübhandır münezzehtir-yücedir. Yoksa biz buna güç yetiremezdik." -13 14- Biz elbette Rabbimize döneceğiz. 43-Zuhruf 14 وَاِنَّٓا اِلٰى رَبِّنَا لَمُنْقَلِبُونَ Biz elbette Rabbimize döneceğiz. -14 15- Ama onlar Allah'ın kullarından bir kısmını O'nun bir parçası saydılar. İnsan gerçekten apaçık bir nankördür. 43-Zuhruf 15 وَجَعَلُوا لَهُ مِنْ عِبَادِه۪ جُزْءاًۜ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَكَفُورٌ مُب۪ينٌۜ Ama onlar Allah'ın kullarından bir kısmını O'nun bir parçası saydılar. İnsan gerçekten apaçık bir nankördür. -15 16- Yoksa Allah yarattıklarından kızları Kendine edindi de, erkekleri size mi ayırıp-bıraktı? 43-Zuhruf 16 اَمِ اتَّخَذَ مِمَّا يَخْلُقُ بَنَاتٍ وَاَصْفٰيكُمْ بِالْبَن۪ينَ۟ Yoksa Allah yarattıklarından kızları Kendine edindi de, erkekleri size mi ayırıp-bıraktı? -16 17- Oysa onlardan biri Rahman'a isnad ettiği kız evladla müjdelendiği zaman nedense kahrından yüzü simsiyah kesilmiş olarak öfkesinden yutkundukça yutkunuyor. 43-Zuhruf 17 وَاِذَا بُشِّرَ اَحَدُهُمْ بِمَا ضَرَبَ لِلرَّحْمٰنِ مَثَلاً ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَداًّ وَهُوَ كَظ۪يمٌ Oysa onlardan biri Rahman'a isnad ettiği kız evladla müjdelendiği zaman nedense kahrından yüzü simsiyah kesilmiş olarak öfkesinden yutkundukça yutkunuyor. -17 18- Onlar zinet-süs içinde büyütülüp de mücadelede açık olmayanı mı Allah'a yakıştırıyorlar? 43-Zuhruf 18 اَوَمَنْ يُنَشَّؤُ۬ا فِي الْحِلْيَةِ وَهُوَ فِي الْخِصَامِ غَيْرُ مُب۪ينٍ Onlar zinet-süs içinde büyütülüp de mücadelede açık olmayanı mı Allah'a yakıştırıyorlar? -18 19- Onlar Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi olarak tanımladılar. Kendileri onların yaratılışlarına şahid miydiler? Onların bu şahidlikleri yazılacak ve bundan dolayı sorguya çekileceklerdir. 43-Zuhruf 19 وَجَعَلُوا الْمَلٰٓئِكَةَ الَّذ۪ينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمٰنِ اِنَاثاًۜ اَشَهِدُوا خَلْقَهُمْۜ سَتُكْتَبُ شَهَادَتُهُمْ وَيُسْـَٔلُونَ Onlar Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi olarak tanımladılar. Kendileri onların yaratılışlarına şahid miydiler? Onların bu şahidlikleri yazılacak ve bundan dolayı sorguya çekileceklerdir. -19 20- Dediler ki "Eğer Rahman dilemiş olsaydı, biz onlara ibadet etmezdik." Onların bu hususta hakka dayalı hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zan ve tahminle yalan söylemektedirler'. 43-Zuhruf 20 وَقَالُوا لَوْ شَٓاءَ الرَّحْمٰنُ مَا عَبَدْنَاهُمْۜ مَا لَهُمْ بِذٰلِكَ مِنْ عِلْمٍۗ اِنْ هُمْ اِلَّا يَخْرُصُونَۜ Dediler ki "Eğer Rahman dilemiş olsaydı, biz onlara ibadet etmezdik." Onların bu hususta hakka dayalı hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zan ve tahminle yalan söylemektedirler'. -20 21- Yoksa Biz onlara bundan Kur'an'dan önce bir Kitab verdik de, onlar ona mı sarılıp-tutunuyorlar? 43-Zuhruf 21 اَمْ اٰتَيْنَاهُمْ كِتَاباً مِنْ قَبْلِه۪ فَهُمْ بِه۪ مُسْتَمْسِكُونَ Yoksa Biz onlara bundan Kur'an'dan önce bir Kitab verdik de, onlar ona mı sarılıp-tutunuyorlar? -21 22- Hayır, onlar sadece "Gerçek şu ki biz atalarımızı bir ümmet-din üzerinde bulduk ve biz de onların bu izleri yolları üstünde gidiyoruz" dediler. 43-Zuhruf 22 بَلْ قَالُٓوا اِنَّا وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا عَلٰٓى اُمَّةٍ وَاِنَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ مُهْتَدُونَ Hayır, onlar sadece "Gerçek şu ki biz atalarımızı bir ümmet-din üzerinde bulduk ve biz de onların bu izleri yolları üstünde gidiyoruz" dediler. -22 23- İşte onlar böyledir. Senden önce de hangi memlekete bir peygamber göndermişsek mutlaka onun refah içinde şımarıp-azanları "Gerçek şu ki biz atalarımızı bir ümmet-din üzerinde bulduk ve biz onların izlerine yollarına uyanlarız" demişlerdir. 43-Zuhruf 23 وَكَذٰلِكَ مَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ ف۪ي قَرْيَةٍ مِنْ نَذ۪يرٍ اِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَٓاۙ اِنَّا وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا عَلٰٓى اُمَّةٍ وَاِنَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ مُقْتَدُونَ İşte onlar böyledir. Senden önce de hangi memlekete bir peygamber göndermişsek mutlaka onun refah içinde şımarıp-azanları "Gerçek şu ki biz atalarımızı bir ümmet-din üzerinde bulduk ve biz onların izlerine yollarına uyanlarız" demişlerdir. -23 24- Peygamberleri onlara "Ben size atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirmiş olsamda mı uymazsınız?" deyince onlar "Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkar ediyoruz" demişlerdir. 43-Zuhruf 24 قَالَ اَوَلَوْ جِئْتُكُمْ بِاَهْدٰى مِمَّا وَجَدْتُمْ عَلَيْهِ اٰبَٓاءَكُمْۜ قَالُٓوا اِنَّا بِمَٓا اُرْسِلْتُمْ بِه۪ كَافِرُونَ Peygamberleri onlara "Ben size atalarınızı üstünde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirmiş olsamda mı uymazsınız?" deyince onlar "Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkar ediyoruz" demişlerdir. -24 25- Biz de onlardan intikam aldık. İşte bir bak, ayetlerimizi yalanlayanların sonu-akibeti nasıl oldu? 43-Zuhruf 25 فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّب۪ينَ۟ Biz de onlardan intikam aldık. İşte bir bak, ayetlerimizi yalanlayanların sonu-akibeti nasıl oldu? -25 26- Hani İbrahim babasına ve kavmine demişti ki "Gerçekten ben sizin tapmakta olduklarınızdan uzağım." 43-Zuhruf 26 وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ لِاَب۪يهِ وَقَوْمِه۪ٓ اِنَّن۪ي بَرَٓاءٌ مِمَّا تَعْبُدُونَۙ Hani İbrahim babasına ve kavmine demişti ki "Gerçekten ben sizin tapmakta olduklarınızdan uzağım." -26 27- Ancak beni yaratan hariç. O beni hidayete doğru yola yöneltip-iletecektir. 43-Zuhruf 27 اِلَّا الَّذ۪ي فَطَرَن۪ي فَاِنَّهُ سَيَهْد۪ينِ Ancak beni yaratan hariç. O beni hidayete doğru yola yöneltip-iletecektir. -27 28- Allah bunu bu tevhidi yaklaşımı ondan sonra gelecek olanlar arasında baki-kalıcı bir kelime kıldı ki, onlar da böylece doğru yola dönsünler. 43-Zuhruf 28 وَجَعَلَهَا كَلِمَةً بَاقِيَةً ف۪ي عَقِبِه۪ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ Allah bunu bu tevhidi yaklaşımı ondan sonra gelecek olanlar arasında baki-kalıcı bir kelime kıldı ki, onlar da böylece doğru yola dönsünler. -28 29- Hayır onlara zulmedilmedi. Ben onları ve atalarını, kendilerine hak ve açıklayıcı bir resul gelinceye kadar metalandırıp-geçindirdim. 43-Zuhruf 29 بَلْ مَتَّعْتُ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ وَاٰبَٓاءَهُمْ حَتّٰى جَٓاءَهُمُ الْحَقُّ وَرَسُولٌ مُب۪ينٌ Hayır onlara zulmedilmedi. Ben onları ve atalarını, kendilerine hak ve açıklayıcı bir resul gelinceye kadar metalandırıp-geçindirdim. -29 30- Ancak kendilerine hak gelince "Bu bir sihirdir, doğrusu biz onu inkar ediyoruz" dediler. 43-Zuhruf 30 وَلَمَّا جَٓاءَهُمُ الْحَقُّ قَالُوا هٰذَا سِحْرٌ وَاِنَّا بِه۪ كَافِرُونَ Ancak kendilerine hak gelince "Bu bir sihirdir, doğrusu biz onu inkar ediyoruz" dediler. -30 31- Ve dediler ki "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" 43-Zuhruf 31 وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هٰذَا الْقُرْاٰنُ عَلٰى رَجُلٍ مِنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظ۪يمٍ Ve dediler ki "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" -31 32- Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Kendilerini senden zengin görenler bilsinler ki dünya hayatında onların maişetlerini-geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık ve birbirlerine iş gördürmeleri için malca bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle üstün kıldık. Ancak senin Rabbinin sana olan bu rahmeti, onların toplayıp-yığmakta olduklarından daha hayırlıdır. 43-Zuhruf 32 اَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَۜ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ مَع۪يشَتَهُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُمْ بَعْضاً سُخْرِياًّۜ وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Kendilerini senden zengin görenler bilsinler ki dünya hayatında onların maişetlerini-geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık ve birbirlerine iş gördürmeleri için malca bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle üstün kıldık. Ancak senin Rabbinin sana olan bu rahmeti, onların toplayıp-yığmakta olduklarından daha hayırlıdır. -32 33- Eğer insanlar heveslenecekleri refahla azıp, küfürde tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahman'ı inkar edenlerin hepsinin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde yükselecekleri yollar-merdivenler yapardık. 43-Zuhruf 33 وَلَوْلَٓا اَنْ يَكُونَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً لَجَعَلْنَا لِمَنْ يَكْفُرُ بِالرَّحْمٰنِ لِبُيُوتِهِمْ سُقُفاً مِنْ فِضَّةٍ وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَۙ Eğer insanlar heveslenecekleri refahla azıp, küfürde tek bir ümmet olacak olmasaydı, Rahman'ı inkar edenlerin hepsinin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerinde yükselecekleri yollar-merdivenler yapardık. -33 34- Evlerine görkemli kapılar ve üzerinde yaslanıp-dayanacakları bambaşka koltuklar. 43-Zuhruf 34 وَلِبُيُوتِهِمْ اَبْوَاباً وَسُرُراً عَلَيْهَا يَتَّكِؤُ۫نَۙ Evlerine görkemli kapılar ve üzerinde yaslanıp-dayanacakları bambaşka koltuklar. -34 35- Ve daha nice çekici süsler-mücevherler verirdik. Bütün bunlar sadece dünya hayatının metaıdır geçici yararıdır. Ahiret ise Rabbinin katında muttakiler korkup-sakınanlar içindir. 43-Zuhruf 35 وَزُخْرُفاًۜ وَاِنْ كُلُّ ذٰلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۜ وَالْاٰخِرَةُ عِنْدَ رَبِّكَ لِلْمُتَّق۪ينَ۟ Ve daha nice çekici süsler-mücevherler verirdik. Bütün bunlar sadece dünya hayatının metaıdır geçici yararıdır. Ahiret ise Rabbinin katında muttakiler korkup-sakınanlar içindir. -35 36- Kim Rahman'ın zikrini yüz çevirip görmezlikten gelirse, Biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu şeytan onun yakın bir dostu olur. 43-Zuhruf 36 وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمٰنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَاناً فَهُوَ لَهُ قَر۪ينٌ Kim Rahman'ın zikrini yüz çevirip görmezlikten gelirse, Biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu şeytan onun yakın bir dostu olur. -36 37- Gerçekten bunlar bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar. Onlar ise kendilerinin hidayette doğru yolda olduklarını sanırlar. 43-Zuhruf 37 وَاِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ وَيَحْسَبُونَ اَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ Gerçekten bunlar bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyarlar. Onlar ise kendilerinin hidayette doğru yolda olduklarını sanırlar. -37 38- Sonunda Bize geldiği zaman şeytanına der ki "Keşke benimle senin aranda iki doğu arası uzaklığı olsaydı. Meğer sen ne kötü bir yakın-dost muşsun." 43-Zuhruf 38 حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَنَا قَالَ يَا لَيْتَ بَيْن۪ي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ فَبِئْسَ الْقَر۪ينُ Sonunda Bize geldiği zaman şeytanına der ki "Keşke benimle senin aranda iki doğu arası uzaklığı olsaydı. Meğer sen ne kötü bir yakın-dost muşsun." -38 39- Onlara, bu pişmanlığınız "Bugün size hiçbir yarar sağlamaz. Çünkü siz zulmettiniz. Şüphesiz siz azabda da ortaksınız" denilir. 43-Zuhruf 39 وَلَنْ يَنْفَعَكُمُ الْيَوْمَ اِذْ ظَلَمْتُمْ اَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ Onlara, bu pişmanlığınız "Bugün size hiçbir yarar sağlamaz. Çünkü siz zulmettiniz. Şüphesiz siz azabda da ortaksınız" denilir. -39 40- Ey Resulüm yoksa sağır olanlara sen mi işittireceksin veya hakka karşı kör olanı ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı sen mi hidayete doğru yola erdireceksin. 43-Zuhruf 40 اَفَاَنْتَ تُسْمِــعُ الصُّمَّ اَوْ تَهْدِي الْعُمْيَ وَمَنْ كَانَ ف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ Ey Resulüm yoksa sağır olanlara sen mi işittireceksin veya hakka karşı kör olanı ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı sen mi hidayete doğru yola erdireceksin. -40 41- Eğer Biz seni alıp-götürsek bile mutlaka onlardan intikam alırız. 43-Zuhruf 41 فَاِمَّا نَذْهَبَنَّ بِكَ فَاِنَّا مِنْهُمْ مُنْتَقِمُونَۙ Eğer Biz seni alıp-götürsek bile mutlaka onlardan intikam alırız. -41 42- Ya da onlara vaadettiğimiz şeyi sana gösteririz. Biz elbette ki onların üstünde güç yetirenleriz. 43-Zuhruf 42 اَوْ نُرِيَنَّكَ الَّذ۪ي وَعَدْنَاهُمْ فَاِنَّا عَلَيْهِمْ مُقْتَدِرُونَ Ya da onlara vaadettiğimiz şeyi sana gösteririz. Biz elbette ki onların üstünde güç yetirenleriz. -42 43- Ey Muhammed, sana vahyedilene sımsıkı-tutun. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin. 43-Zuhruf 43 فَاسْتَمْسِكْ بِالَّـذ۪ٓي اُو۫حِيَ اِلَيْكَۚ اِنَّكَ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ Ey Muhammed, sana vahyedilene sımsıkı-tutun. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzerindesin. -43 44- Muhakkak ki bu Kur'an, senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz ondan sorulacak-sorumlu tutulacaksınız. 43-Zuhruf 44 وَاِنَّهُ لَذِكْرٌ لَكَ وَلِقَوْمِكَۚ وَسَوْفَ تُسْـَٔلُونَ Muhakkak ki bu Kur'an, senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz ondan sorulacak-sorumlu tutulacaksınız. -44 45- Senden önce gönderdiğimiz resullerimizden duyup-bilenlere sor. Biz, Rahman'ın dışında tapılacak ilahlar kılmış mıyız? 43-Zuhruf 45 وَسْـَٔلْ مَنْ اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رُسُلِنَاۗ اَجَعَلْنَا مِنْ دُونِ الرَّحْمٰنِ اٰلِهَةً يُعْبَدُونَ۟ Senden önce gönderdiğimiz resullerimizden duyup-bilenlere sor. Biz, Rahman'ın dışında tapılacak ilahlar kılmış mıyız? -45 46- Andolsun ki Biz Musa'yı Firavun'a ve onun 'önde gelen çevresine' ayetlerimizle gönderdik. Onlara "Gerçekten ben, alemlerin Rabbinin resulüyüm-elçisiyim" dedi. 43-Zuhruf 46 وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا مُوسٰى بِاٰيَاتِنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ فَقَالَ اِنّ۪ي رَسُولُ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ Andolsun ki Biz Musa'yı Firavun'a ve onun 'önde gelen çevresine' ayetlerimizle gönderdik. Onlara "Gerçekten ben, alemlerin Rabbinin resulüyüm-elçisiyim" dedi. -46 47- Fakat Musa onlara ayetlerimizle geldiği zaman gördü ki onlar bunlara ayetlerimize gülüp-alay ediyorlar. 43-Zuhruf 47 فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ بِاٰيَاتِنَٓا اِذَا هُمْ مِنْهَا يَضْحَكُونَ Fakat Musa onlara ayetlerimizle geldiği zaman gördü ki onlar bunlara ayetlerimize gülüp-alay ediyorlar. -47 48- Oysa Biz onlara biri diğerinden büyük olmayan hiçbir ayet mucize göstermedik. Anlayıp-inkardan hakka dönerler diye Biz onları kıtlık, tufan, çekirge gibi türlü azabla yakalayıverdik. 43-Zuhruf 48 وَمَا نُر۪يهِمْ مِنْ اٰيَةٍ اِلَّا هِيَ اَكْبَرُ مِنْ اُخْتِهَاۘ وَاَخَذْنَاهُمْ بِالْعَذَابِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ Oysa Biz onlara biri diğerinden büyük olmayan hiçbir ayet mucize göstermedik. Anlayıp-inkardan hakka dönerler diye Biz onları kıtlık, tufan, çekirge gibi türlü azabla yakalayıverdik. -48 49- Ve onlar ilk azabımızı görünce dediler ki "Ey sihirbaz. Sende olan ahdi sana verdiği söz adına bizim için Rabbine dua et bu azabı kaldırsın ki, biz gerçekten hidayete doğru yola gelenler olacağız." 43-Zuhruf 49 وَقَالُوا يَٓا اَيُّهَ السَّاحِرُ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِنْدَكَ اِنَّـنَا لَمُهْتَدُونَ Ve onlar ilk azabımızı görünce dediler ki "Ey sihirbaz. Sende olan ahdi sana verdiği söz adına bizim için Rabbine dua et bu azabı kaldırsın ki, biz gerçekten hidayete doğru yola gelenler olacağız." -49 50- Fakat onlardan azabı kaldırıp-giderince görüldü ki onlar hemen sözlerinden dönüp andlarını bozuyorlar. 43-Zuhruf 50 فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ اِذَا هُمْ يَنْكُثُونَ Fakat onlardan azabı kaldırıp-giderince görüldü ki onlar hemen sözlerinden dönüp andlarını bozuyorlar. -50 51- Firavun kendi kavmi içinde seslenerek dedi ki "Ey kavmim. Mısır'ın mülkü ve altımdan akmakta olan bu ırmaklar benim değil mi? Hala mı görmüyorsunuz?" 43-Zuhruf 51 وَنَادٰى فِرْعَوْنُ ف۪ي قَوْمِه۪ قَالَ يَا قَوْمِ اَلَيْسَ ل۪ي مُلْكُ مِصْرَ وَهٰذِهِ الْاَنْهَارُ تَجْر۪ي مِنْ تَحْت۪يۚ اَفَلَا تُبْصِرُونَۜ Firavun kendi kavmi içinde seslenerek dedi ki "Ey kavmim. Mısır'ın mülkü ve altımdan akmakta olan bu ırmaklar benim değil mi? Hala mı görmüyorsunuz?" -51 52- Yoksa ben, neredeyse söz ve meramını anlatamayacak durumda bulunan şu acizden zavallı adamdan daha hayırlı değil miyim? 43-Zuhruf 52 اَمْ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْ هٰذَا الَّذ۪ي هُوَ مَه۪ينٌ وَلَا يَكَادُ يُب۪ينُ Yoksa ben, neredeyse söz ve meramını anlatamayacak durumda bulunan şu acizden zavallı adamdan daha hayırlı değil miyim? -52 53- Eğer o doğru söylüyorsa üzerine altından bilezikler atılıp-verilmeli, ya da kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi? 43-Zuhruf 53 فَلَوْلَٓا اُلْقِيَ عَلَيْهِ اَسْوِرَةٌ مِنْ ذَهَبٍ اَوْ جَٓاءَ مَعَهُ الْمَلٰٓئِكَةُ مُقْتَرِن۪ينَ Eğer o doğru söylüyorsa üzerine altından bilezikler atılıp-verilmeli, ya da kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi? -53 54- Firavun böylece kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Gerçekten onlar fasık yoldan çıkmış bir kavimdi. 43-Zuhruf 54 فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَاَطَاعُوهُۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْماً فَاسِق۪ينَ Firavun böylece kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Gerçekten onlar fasık yoldan çıkmış bir kavimdi. -54 55- Sonunda Bizi Bizimle olan kullarımızı eseflendirip-üzünce onlardan intikam aldık, hepsini suda-boğduk. 43-Zuhruf 55 فَلَمَّٓا اٰسَفُونَا انْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَاَغْرَقْنَاهُمْ اَجْمَع۪ينَۙ Sonunda Bizi Bizimle olan kullarımızı eseflendirip-üzünce onlardan intikam aldık, hepsini suda-boğduk. -55 56- Böylece onları sonradan aynı küfür yolunda gelecekler için bir selef bir geçmiş ve ibret misali kıldık. 43-Zuhruf 56 فَجَعَلْنَاهُمْ سَلَفاً وَمَثَلاً لِلْاٰخِر۪ينَ۟ Böylece onları sonradan aynı küfür yolunda gelecekler için bir selef bir geçmiş ve ibret misali kıldık. -56 57- Meryem oğlu İsa bir misal olarak anlatılınca senin kavmin hemen ondan bir delil bulduklarını sanarak bağrışmaya başladılar. 43-Zuhruf 57 وَلَمَّا ضُرِبَ ابْنُ مَرْيَمَ مَثَلاً اِذَا قَوْمُكَ مِنْهُ يَصِدُّونَ Meryem oğlu İsa bir misal olarak anlatılınca senin kavmin hemen ondan bir delil bulduklarını sanarak bağrışmaya başladılar. -57 58- Dediler ki "Bizim ilahlarımız mı hayırlı yoksa o mu?" Bunu bu misali sırf seninle tartışmak için ortaya attılar. Hayır, onlar düşman-kavgacı bir kavimdir. 43-Zuhruf 58 وَقَالُٓوا ءَاٰلِهَتُنَا خَيْرٌ اَمْ هُوَۜ مَا ضَرَبُوهُ لَكَ اِلَّا جَدَلاًۜ بَلْ هُمْ قَوْمٌ خَصِمُونَ Dediler ki "Bizim ilahlarımız mı hayırlı yoksa o mu?" Bunu bu misali sırf seninle tartışmak için ortaya attılar. Hayır, onlar düşman-kavgacı bir kavimdir. -58 59- O sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. 43-Zuhruf 59 اِنْ هُوَ اِلَّا عَبْدٌ اَنْعَمْنَا عَلَيْهِ وَجَعَلْنَاهُ مَثَلاً لِبَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪ـلَۜ O sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. -59 60- Eğer Biz dilemiş olsaydık elbette sizden melekler kılardık da, yeryüzünde sizin yerinize geçer halef olurlardı. 43-Zuhruf 60 وَلَوْ نَشَٓاءُ لَجَعَلْنَا مِنْكُمْ مَلٰٓئِكَةً فِي الْاَرْضِ يَخْلُفُونَ Eğer Biz dilemiş olsaydık elbette sizden melekler kılardık da, yeryüzünde sizin yerinize geçer halef olurlardı. -60 61- Hiç şüphesiz o, kıyamet saati için bir ilimdir. Öyleyse onda sakın kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru olan yol budur. 43-Zuhruf 61 وَاِنَّهُ لَعِلْمٌ لِلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِۜ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَق۪يمٌ Hiç şüphesiz o, kıyamet saati için bir ilimdir. Öyleyse onda sakın kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru olan yol budur. -61 62- Şeytan sakın sizi bundan alıkoymasın. Gerçekten o, sizin için apaçık bir düşmandır. 43-Zuhruf 62 وَلَا يَصُدَّنَّكُمُ الشَّيْطَانُۚ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌ Şeytan sakın sizi bundan alıkoymasın. Gerçekten o, sizin için apaçık bir düşmandır. -62 63- İsa açık belgelerle-delillerle geldiği zaman dedi ki "Ben size hikmetle ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için geldim. Artık Allah'dan korkup-sakının ve bana itaat edin." 43-Zuhruf 63 وَلَمَّا جَٓاءَ ع۪يسٰى بِالْبَيِّنَاتِ قَالَ قَدْ جِئْتُكُمْ بِالْحِكْمَةِ وَلِاُبَيِّنَ لَكُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي تَخْتَلِفُونَ ف۪يهِۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُونِ İsa açık belgelerle-delillerle geldiği zaman dedi ki "Ben size hikmetle ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için geldim. Artık Allah'dan korkup-sakının ve bana itaat edin." -63 64- Şüphesiz ki Allah, O benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk edin. Dosdoğru olan yol budur. 43-Zuhruf 64 اِنَّ اللّٰهَ هُوَ رَبّ۪ي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُۜ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَق۪يمٌ Şüphesiz ki Allah, O benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk edin. Dosdoğru olan yol budur. -64 65- Fakat içlerinden birtakım fırkalar ihtilafa düştüler. Artık elim-acıklı bir günün azabından dolayı vay o zulmetmiş olanlara. 43-Zuhruf 65 فَاخْتَلَفَ الْاَحْزَابُ مِنْ بَيْنِهِمْۚ فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْ عَذَابِ يَوْمٍ اَل۪يمٍ Fakat içlerinden birtakım fırkalar ihtilafa düştüler. Artık elim-acıklı bir günün azabından dolayı vay o zulmetmiş olanlara. -65 66- Onlar hiç farkında değillerken kendilerine ansızın geliverecek olan kıyamet saatinden başkasını mı bekliyorlar? 43-Zuhruf 66 هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا السَّاعَةَ اَنْ تَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ Onlar hiç farkında değillerken kendilerine ansızın geliverecek olan kıyamet saatinden başkasını mı bekliyorlar? -66 67- O gün muttakiler korkup-sakınanlar dışında dostlar birbirlerine bir kısmı, bir kısmına düşman olurlar. 43-Zuhruf 67 اَلْاَخِلَّٓاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّق۪ينَۜ‌۟ O gün muttakiler korkup-sakınanlar dışında dostlar birbirlerine bir kısmı, bir kısmına düşman olurlar. -67 68- Allah sakınanlara buyurur ki "Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz hüzne kapılacak da değilsiniz." 43-Zuhruf 68 يَا عِبَادِ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ وَلَٓا اَنْتُمْ تَحْزَنُونَۚ Allah sakınanlara buyurur ki "Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz hüzne kapılacak da değilsiniz." -68 69- Onlar, Benim ayetlerime iman edenler ve müslüman olanlardır. 43-Zuhruf 69 اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاٰيَاتِنَا وَكَانُوا مُسْلِم۪ينَۚ Onlar, Benim ayetlerime iman edenler ve müslüman olanlardır. -69 70- Siz ve eşleriniz cennete girin, 'sevinç içinde ağırlanacaksınız.' 43-Zuhruf 70 اُدْخُلُوا الْجَنَّةَ اَنْتُمْ وَاَزْوَاجُكُمْ تُحْبَرُونَ Siz ve eşleriniz cennete girin, 'sevinç içinde ağırlanacaksınız.' -70 71- Onların etrafında altın tepsiler ve kadehlerle dolaşılır. Orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin görmekten hoşlandığı lezzet aldığı her şey vardır. Ve siz orada ebedi kalacak olanlarsınız." 43-Zuhruf 71 يُطَافُ عَلَيْهِمْ بِصِحَافٍ مِنْ ذَهَبٍ وَاَكْوَابٍۚ وَف۪يهَا مَا تَشْتَه۪يهِ الْاَنْفُسُ وَتَلَذُّ الْاَعْيُنُۚ وَاَنْتُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَۚ Onların etrafında altın tepsiler ve kadehlerle dolaşılır. Orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin görmekten hoşlandığı lezzet aldığı her şey vardır. Ve siz orada ebedi kalacak olanlarsınız." -71 72- İşte yaptıklarınız sebebiyle varis olduğunuz cennet budur. 43-Zuhruf 72 وَتِلْكَ الْجَنَّةُ الَّت۪ٓي اُو۫رِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ İşte yaptıklarınız sebebiyle varis olduğunuz cennet budur. -72 73- Orada sizin için birçok meyveler vardır, onlardan yersiniz. 43-Zuhruf 73 لَكُمْ ف۪يهَا فَاكِهَةٌ كَث۪يرَةٌ مِنْهَا تَأْكُلُونَ Orada sizin için birçok meyveler vardır, onlardan yersiniz. -73 74- Muhakkak ki mücrimler suçlu-günahkarlar, cehennem azabı içinde ebedi kalacak olanlardır. 43-Zuhruf 74 اِنَّ الْمُجْرِم۪ينَ ف۪ي عَذَابِ جَهَنَّمَ خَالِدُونَۚ Muhakkak ki mücrimler suçlu-günahkarlar, cehennem azabı içinde ebedi kalacak olanlardır. -74 75- Onlardan azab hafifletilmez ve onlar da onun azabın içinde umudlarını tamamen kaybetmiş kimselerdir. 43-Zuhruf 75 لَا يُفَتَّرُ عَنْهُمْ وَهُمْ ف۪يهِ مُبْلِسُونَۚ Onlardan azab hafifletilmez ve onlar da onun azabın içinde umudlarını tamamen kaybetmiş kimselerdir. -75 76- Biz onlara zulmetmedik fakat onların kendileri zalimlerdir. 43-Zuhruf 76 وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلٰكِنْ كَانُوا هُمُ الظَّالِم۪ينَ Biz onlara zulmetmedik fakat onların kendileri zalimlerdir. -76 77- Cehennem bekçisine "Ey malik, Rabbin bizim işimizi bitirsin" diye haykırdılar. O da "Gerçekten siz bu durumda kalacak olanlarsınız" dedi. 43-Zuhruf 77 وَنَادَوْا يَا مَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَۜ قَالَ اِنَّكُمْ مَاكِثُونَ Cehennem bekçisine "Ey malik, Rabbin bizim işimizi bitirsin" diye haykırdılar. O da "Gerçekten siz bu durumda kalacak olanlarsınız" dedi. -77 78- Andolsun ki Biz size hakkı getirdik fakat sizin bir çoğunuz hakkı kerih-çirkin görenlerdiniz". 43-Zuhruf 78 لَقَدْ جِئْنَاكُمْ بِالْحَقِّ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَكُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ Andolsun ki Biz size hakkı getirdik fakat sizin bir çoğunuz hakkı kerih-çirkin görenlerdiniz". -78 79- Yoksa onlar kendilerince karar verip-işi sağlam mı tuttular? Fakat Biz de işimizi ve kararımızı sağlam tutanlarız. 43-Zuhruf 79 اَمْ اَبْرَمُٓوا اَمْراً فَاِنَّا مُبْرِمُونَۚ Yoksa onlar kendilerince karar verip-işi sağlam mı tuttular? Fakat Biz de işimizi ve kararımızı sağlam tutanlarız. -79 80- Yoksa onlar Bizim kendilerinin sırlarını ve fısıltılarını-gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır işitiyoruz ve onların yanlarındaki elçilerimiz de her şeyi yazıyorlar. 43-Zuhruf 80 اَمْ يَحْسَبُونَ اَنَّا لَا نَسْمَعُ سِرَّهُمْ وَنَجْوٰيهُمْۜ بَلٰى وَرُسُلُنَا لَدَيْهِمْ يَكْتُبُونَ Yoksa onlar Bizim kendilerinin sırlarını ve fısıltılarını-gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır işitiyoruz ve onların yanlarındaki elçilerimiz de her şeyi yazıyorlar. -80 81- De ki "Eğer Rahman'ın gerçekten bir çocuğu olsaydı, bu bir beşer değil İlah olacağı için ona kulluk edenlerin ilki ben olurdum. 43-Zuhruf 81 قُلْ اِنْ كَانَ لِلرَّحْمٰنِ وَلَدٌۗ فَاَنَا۬ اَوَّلُ الْعَابِد۪ينَ De ki "Eğer Rahman'ın gerçekten bir çocuğu olsaydı, bu bir beşer değil İlah olacağı için ona kulluk edenlerin ilki ben olurdum. -81 82- Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah sübhandır onların vasıflandırmalarından münezzehtir-yücedir. 43-Zuhruf 82 سُبْحَانَ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah sübhandır onların vasıflandırmalarından münezzehtir-yücedir. -82 83- Artık sen onları bırak, kendilerine vaadedilen günlerine kavuşuncaya kadar oynayıp-oyalansınlar. 43-Zuhruf 83 فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتّٰى يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذ۪ي يُوعَدُونَ Artık sen onları bırak, kendilerine vaadedilen günlerine kavuşuncaya kadar oynayıp-oyalansınlar. -83 84- Göklerde ilah ve yerde ilah olan O'dur. O Hakim'dir hüküm ve hikmet sahibidir, Alim'dir herşeyi hakkıyle bilendir. 43-Zuhruf 84 وَهُوَ الَّذ۪ي فِي السَّمَٓاءِ اِلٰهٌ وَفِي الْاَرْضِ اِلٰهٌۜ وَهُوَ الْحَك۪يمُ الْعَل۪يمُ Göklerde ilah ve yerde ilah olan O'dur. O Hakim'dir hüküm ve hikmet sahibidir, Alim'dir herşeyi hakkıyle bilendir. -84 85- Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü Kendisine ait olan Allah çok yücedir-mukaddestir. Kıyamet saatinin ilmi O'nun katındadır ve siz O'na döndürüleceksiniz. 43-Zuhruf 85 وَتَبَارَكَ الَّذ۪ي لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَاۚ وَعِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِۚ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü Kendisine ait olan Allah çok yücedir-mukaddestir. Kıyamet saatinin ilmi O'nun katındadır ve siz O'na döndürüleceksiniz. -85 86- O'nun dışında tapmakta oldukları şefaatte bulunmaya malik değildirler. Ancak hak ile şehadet edenler bunun dışındadır ve onlar kimlere şefaat edebileceklerini bilirler. 43-Zuhruf 86 وَلَا يَمْلِكُ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ اِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ O'nun dışında tapmakta oldukları şefaatte bulunmaya malik değildirler. Ancak hak ile şehadet edenler bunun dışındadır ve onlar kimlere şefaat edebileceklerini bilirler. -86 87- Andolsun ki onlara "Kendilerini kim yarattı?" diye soracak olursan kesinlikle "Allah" derler. O halde haktan nasıl da çevrilip-döndürülüyorlar? 43-Zuhruf 87 وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُ فَاَنّٰى يُؤْفَكُونَۙ Andolsun ki onlara "Kendilerini kim yarattı?" diye soracak olursan kesinlikle "Allah" derler. O halde haktan nasıl da çevrilip-döndürülüyorlar? -87 88- Onun Resulümün "Ya Rab" demesi hakkı için, onlar imana gelmez bir kavimdirler. 43-Zuhruf 88 وَق۪يلِه۪ يَا رَبِّ اِنَّ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ قَوْمٌ لَا يُؤْمِنُونَۢ Onun Resulümün "Ya Rab" demesi hakkı için, onlar imana gelmez bir kavimdirler. -88 89- Şimdi sen üzülmeksizin onlardan vazgeç onlara aldırma ve "Selam" de. Artık yakında bileceklerdir. 43-Zuhruf 89 فَاصْفَحْ عَنْهُمْ وَقُلْ سَلَامٌۜ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ Şimdi sen üzülmeksizin onlardan vazgeç onlara aldırma ve "Selam" de. Artık yakında bileceklerdir. -89 Mikel Arrizabalaga Bir süredir, medeniyetin öncüleri tarafından kullanılan dili/mantığı, anlamadığımızı iddia ediyor ve bunun üzerinde düşünmeye çalışıyorum. Yazıda derdimi “Kitap” kelimesi üzerinden anlatmaya çalışırken, bir dil arayışının acemi kelimeleri de metne 2. bir metinmiş gibi giriyor. Metni okurken bu arayışın izlerine dikkat etmenizi rica Tarihçi Arnold Toynbee’den bir alıntı ile girmek istiyorum, “Sahip olduğu imkanlar düşünüldüğünde, ulaşılan hedeflerin büyüklüğü göz önüne alındığında ve bütün bunların gerçekleşme suresi hesap edildiğinde, tarihte Muhammed’le karşılaştırılabilecek 2. bir isim yoktur.”[1] Namuslu bir gözle bakıldığında Hz Muhammed sav ve ensarının başarmış olduğunun ne kadar muhteşem bir şey olduğunu fark etmemek mümkün değildir. 20-30 Yıl gibi, çok kısa bir sürede Çin’den Fransız Pirenelerine kadar, dünyanın merkezi olan bölgede yayılan İslam, yayıldığı alan göz önüne alındığında çok az kan döküyor. Anadolu’nun, Afganistan’ın, neredeyse tüm Afrika’nın, Hindistan’ın, Pakistan’ın, Bengladeş’in, Endonezya’nın, Malezya’nın, Çin’deki Hui’lerin İslamlaşmasının önünde askeri manevralar, büyük savaşlar, kıyımlar yok. Üstelik İslam, girdiği her yerde medeniyetini inşa ediyor, ettiriyor. 1400 sene sonra bile kendi coğrafyasının en etkili ve belirgin hareketi olabiliyor. Büyük bir yenilgi ve buhran altında olmasına rağmen, Dünya mustazaflarından iltifat görüyor, ümit olmayı sürdürebiliyor. Burada soralım; medeniyetin öncüleri ne yaptılar, nasıl düşündüler, neler söylediler de insanlar onların mesajına akın akın fevc fevc koşup, İslamlaştılar? Müslümanların sahip olduğu dilin[2] şu hali ile medeniyetlerini zamanlarına taşımaya yetmediğini, üretilen dilin sedasının sanayi delikanlılarının, facebook girllerin, üniversiteli hengamenin, köylünün, kentlinin kulaklarına ulaşmadığını fark etmek bilgelik istemiyor. Mevcut dil anakronik zaman uyumsuz. Bu dil; medeniyetin öncüleri tarafından üretilmiş, kendi zamanlarına şifa olmuş, çağımıza taşınırken sahip olduğu değerleri/anlamları yitirmiş ya da zedelemiş bir dil. Bu nedenle vakte ve vaktin çocuğu olan topluma, ait olduğu medeniyetin anlam haritalarını/zihnini taşıyamıyor. Kelimler onların kelimeleri olsa da, aynı şeyi söylemiyor, aynı yere çağırmıyor. Vaktine kelimeler üreten, vaktinin sorunlarına şifa olan “alim” kelimesini bile “geçmişin kelimelerini iyi bilen” anlamında kullanıyor. İslam, Avrupa’da Endülüs’ten çekildi, Balkanlar’da izi, Afrika’nın birçok yerinde sadece ismi kaldı. Anadolu'dan 400 sene önce İslamlaşan Karadeniz'in üstü, Habeşistan artık bir İslam beldesi değil. Filipinlerin, Vietnam’ın 100 yıl önce Müslümanların yaşadığı beldeler olduğunu hatırlayan kalmadı. İkinci sorumuzu burada soralım İslam, ana akım İslam beldelerinde bile rengini belli etmekte zorlanan Müslümanların kaybettiği nedir ve kaybettiğini nerede aramalıdır?Muhtevası Boş Bir Slogan “Kur’an’a Dönmeliyiz!” Bu soruya, “İslam toplulukları Kur’an’a/ Kitab’a dönmeli, O’nun etrafında yeniden vahdeti sağlamalıdırlar” diye cevap vermek öğretilmiş bir gelenektir. Cevabın, Kur’an’a nasıl dönüleceği, Kur’an’a dönmenin ne demek olduğu konusunda bir fikri ve teklifi yoktur. Bu kelimeye itiraz edip; “bize bir şey söylemediğini iddia ettiğiniz o kelime, Kur’an’ı Kerim’in sık sık tekrarladığı bir kelimedir” denilebilir. “Hiç şüphe etmeyin, bu kitap sorumluluk/takva sahipleri için hidayet rehberidir.” Bakara 2, Araf 1-3, Zümer 1-3, Araf 170. Ancak bu itiraz, medeniyetin öncülerinin mantık haritalarına sahip olduğunu, onların diline hakim olduğunu var sayıyor, bu dilden, mantıktan, ruhtan, medeniyetten koptuğunu unutuyor ve bunu sorgulamıyor. Mekke Toplumunda Müslüman Var mıdır? Hz. Resul’e Kâfirun suresinde, Kâfirlere “sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” dedirtilirken “gelin ey kâfirler, siz kendi dininizi/yolunuzu yaşayın, biz de kendimizinkini. Bir sulhte anlaşalım” denilir. Bu teklifle, her iki tarafın kendine ait değerleri üzerinden hayatı kurması önerilir. Mevcut dil, senin dinin sana dediğinde, bir başka mantık dünyasının değerlerine itiraz ettiğinin farkında değildir. Halen, Müslüman toplulukların vakti, malı, parayı, ilmi kullanma biçimleri düşman/rakip olarak gördükleri kesimle aynileşmiş, Aziz İslam’ın zamanı, parayı, malı, gücü değerlendirmek için kendi teklifinin var olduğu unutulmuş/ihmal edilmiştir. Bizi Müslüman kıldığını iddia ettiğimiz emirlerin/ritüellerin neredeyse tamamının Medine’de emredilmiş ya da düzenlenmiş olduğu düşünülürse, bu dilin mantığıyla Mekke’deki çatışmaya anlamanın imkânı yoktur. Mekke toplumunda içki içen, faiz alıp veren, sünnet olmayan, kurban kesmeyen, tesettürü arızalı, namazı orucu düzenlenmemiş, ellerinde Kur’an olmayan Peygamber ve arkadaşlarını, namazını Kâbe’de kılan, oruç tutan, haccı yerine getiren Mekke müşriklerinden ayıran nedir? Bizim toplumumuzda bu sorunun cevabı, 3 kanal üzerinden verilmeye çalışılır. Bu kanallar dinin/vahyin sembollerini kullanarak, kendi dillerini/mantıklarını geliştirir ve topluma Allah’ıncc kendilerinden beklediğini anlatmaya çalışırlar. Devlet Din Dili Devletin; cami, İmam Hatip Liseleri ve televizyonlar üzerinden ürettiği ya da üretimine izin verdiği devlet din dili; toplum devlet çatışmasından doğan enerjiyi devlet lehine yönlendirerek, devlete/iktidar sahiplerine yönetilebilir bir hükümet ortamı var etmek ister. Bu dilin; İslam’ın kendine has bir mantığı, bir medeniyeti olduğunun farkında olup bunu vaaz ettiğini söylemek oldukça zordur. Devletin din dilinde, devlet-Allah, devlete uygun-Allah rızası, sağcı-mü’min, suç-günah kavramları birbirinin içine geçmiş, birbirinden ayrılamaz hale gelmiştir. Hedeflenen, devletine milletine faydalı insan yetiştirmektir. Bu devlet, bazen Suud olur bazen Suriye, bazen İran olur bazen de Türkiye. Cemaat Din Dili Merkezi, merkezdeki yapıyı menkıbeler üzerinden korumak, yüceltmek, meşrulaştırmak, çevreden merkeze doğru olan güç ve irad akışını düzenlemek, hareketin devamlılığını ve genişlemesini sağlamak üzere konumlanmış bir dildir. Toplumla ilişkisini koruyabilmiş, sesini ayırmamış olan bu dilin mantığında, cem olmak/cemaat, ümmetin bir araya gelmesi değildir. Liderin etrafında toplanmaktır. Cemaat rızası ile Allah’ın rızasını birbirinden ayırabilecek bir zihni gelişmeye müsaade edilmez. Muhatap lidere/merkeze/cemaate çağrılır. Hedeflenen, gassalın elinde meyyit olmuş[3] bir cemaattir. Din Profesyonelleri Din Dili Daha çok ilahiyat fakülteleri çerçevesinin ürettiği bu dil; toplumun geneline değmeyen, ona bir şey söyleme derdi olmayan, davadan yoksun, “varın benim farkıma” üzerine kurulu akademik bir dildir. İslam toplumlarının “Alim”inin dilinden ziyade batı toplumlarının “aydın”ının diline daha yakındır. Örtülerinin altından çıkamadıklarından, dilleri topluma yabancılaşmıştır. Bu diller Allah’ın hizmetinde koşturan değil, Allah’ı hizmete koşturan dillerdir. Bu dillerin “mustazaflara lütufta bulunup onları yeryüzünde önderler yapmak isteyen peygamberlerin varisleri olup, izlerini takip ettiklerini iddia etmek mümkün değildir. “Resule /vahye varis olabilecek nitelikte hiç kimsemiz yok” demiyorum. Ancak takdir edersiniz ki; fisebilillah/mürsel konumundaki Allah cc dostlarının topluma renk verebilecek durumda olduklarını iddia etmek de mümkün değildir. Anlaşılan o ki, hazreti Resulün çağların içinden gelen sözü tazeliğini korumaya devam ediyor. “İslam garip geldi, garip gidecek. Ne mutlu o gariplere.” [4] Bu dillerde, Müslüman olabilmenin yolunun, tefsirleri, hadis külliyatını, üstadların eserlerini okumaktan, alim kişilere intisap edip yıllarca süren hizmetlerden geçtiği vaaz edilir. Ancak cilt cilt tefsirleri, Kütüb-i Sitte’yi baştan sona okumak, yeterli eğitimi, vakti ve malı olmayan, geçim derdindeki sıradan insanlar için mümkün değildir. Üstelik bunları yerine getirmek mü’minliğe, kemalata, sırların sırrına ermeye kefil de değildir. “Ne zaman Mü’min olurum?” sorusunun cevabı muğlak ve ulaşılmaz bir vakitken, mü’minlik; ancak “süperinsan”ların “ol”abileceği bir mevkidir. Mü’minlik –kâfirlik arasındaki konum, Allah’la ilişki üzerinden değil, devlet güç/iktidar, cemaat ya da özel şahısla kurulan ilişkiye göre tanımlanır. Sadece profesyonellerin ulaşabileceği böyle bir ilmi, avama/topluma teklif edebilmek, anlaşılması zor bir mesajla kıtaları aşıp medeniyet üretebilmek mümkün değildir. Bu dil, ürettiği Müslüman tipine namaz kıldırıp, oruç tutturup, hacca götürebiliyor ama erdem yükleyemiyor. “Hal”i değiştirmiyor. Para, iktidar, güç karşısında son derece zayıf, ahlaki problemlerini çözememiş, donanımsız bir insan modeli ortaya çıkıyor. İktidar, güç ve konformodernizm karşısında direnç hatlarını geliştiremediğinden, ekonomik seviyesi yükselen kesimlerde İslami kimlikler kişiliksiz ve görünmez oluyor. Vahyin/Peygamberlerin Derdi Nedir? Kur’an bu soruyu Hadid suresi 25 ve Araf 157. Ayetlerde cevaplarken peygamberlerin; “Kitap ve mizan üzerinde, zulüm etmeyen, birbirlerinin sırtlarına yük, boyunlarına zincir vurmayan, iyilikte ve kötülüğü engellemede yardımlaşan bir adalet toplumu inşa edebilmek” için gönderilmiş Allah’ın cc elçileri olduğu söylenir. Bu tanımın inşa ettiği toplumun adı “İslam”, slogan kelimesi “selam[5]”, sıfatı “selim”, yurdu selam diyarı “Dar’üs selam” olur. Türk Dil Kurumunun sözlüğünde; “Selam; esenlik bildirisi, Müslüman; Hz. Muhammed’in dininden olan, İslam; Müslümanların dini, selim; doğru, dürüst kusursuz” denilerek tanımlanıyor. Dikkat ederseniz selam, selim, Müslüman ve İslam arasında bağ kopmuş, koparılmış. Selam; Arapça barış, emniyet, huzur, selamet, sağlık, rahatlık, iyi netice, kurtuluş gibi manalara gelirken, Müslüman selam sahibi olana denir. Toplum içinde selam sahibi olmuş emniyet, huzur, barış, güven kişidir Müslüman. Mevcut dil ise, Müslüman’ı “Allah’a teslim olan” diye tanımlıyor. Müslümanlık yüceltilerek toplumla olan bağ yerine, Allah’la olan bağ merkeze alınıyor. Kişinin kendini Allah’a teslim olmuş görmesi yeterli olurken, toplumla kurması gereken selam ilişkisi göz ardı ediliyor. Var olan dille sunulduğunda kişi, selamı vaat etmeden emniyet, güven, barış, kurtuluş Hz. Muhammed’insav peygamber olduğunu kabul etmekle Müslüman olabiliyor. Vahyi/Resulleri Müslüman olmak için selam olmak gerekmeyen bir düzlemden algılatıyor. Bu dil Selam diyarını inşa etmeden İslam ülkesi, İslam toplumu olma fırsatı ! veriyor. Aynı kopuş emin-mü’min kelimeleri arasında da var. Emniyet sahibi/emin kişi anlamına gelen mü’min kelimesi, sözlükte İnanan, inançlı, imanlı, mutekit anlamına geliyor. Zihin haritalarımızda, emin olmadan mü’min emin kişi olmak da mümkün. Müslümanlık, mü’minlik, takva[6], şahitlik gibi temel kavramlar toplumda görülebilir, tespit edilebilir bir ilişki biçiminden, sadece Allah’ın tespit edebileceği, soyut, görülemeyen, bir sıfata dönüştürülüyor. "Kimdir mü’min, takvalı, Müslüman?" sorusunun cevabı “Allah bilir.” oluyor. Toplumdan koparılıp Allah’ın yanına gönderilmiş Müslüman, mü’min anlayışı Batı medeniyetinin tüm dünyayı yönlendirmeye çalıştığı seküler zeminle uyumlu dillerin beslenmesinin ve yayılmasının önünü açıyor. Halbuki kimin emin, kimin güvenilir, kimin sorumluluk sahibi olduğu pekala toplum tarafından şahitlik edilip tespit edilebilir. Şahitlik-meşhutluk ilişkisini de toplumla kurulan ilişki üzerinden tanımlamıyor. Toplum şahit olmuyor, “Allahcc şahit” deyip geçiyor. Toshihiko İzutsu’nun Kur’an’da, Allah ve İnsan isimli eserinden alıntılayalım “ İslam’da; dikeydekiAllah’la ilişki, yataydakiçevreyle/toplumla ilişkiden belirlenir.” Aziz İslam’ı algılayışımızın toplumla kurulan görünebilen ilişki/amel çizgisinden, yüceltilmiş anlamlarla/törenlerle muğlak bir algıya yönlendirilmiş olduğunu anlatmaya çalışıyorum. “Aranızda selamı yayın” hadisinden hareketle açıklamaya çalışalım. Emir, bizim bulunduğumuz algı zemininden; selamlaşın ki, aranızda bir düşmanlık olmadığı hissedilsin şeklinde anlaşılmaktadır. Selamlaşarak, sorumluluğu sadece var olan “an’a” yükleyen bir bilincin seremonisi başlayıp bitiyor. Mevcut dilin beslediği algı düzeyimiz emrin, “aranızda güveni, emniyeti, huzuru, kardeşliği selamı yayın” emri olduğunu fark etmeye müsait değil. Tüm hayatı yönlendirecek, ölümle bitecek bir sorumluluğun anlık hatırlatması/ritüeli olduğunu fark ettirmiyor, hatta gizliyor. Emri, “selamı, barışı, güvenliği, huzuru inşa ediniz/yayınız” şeklinde anlamış olduğumuzu farz etsek bile, “kendi cemaatimiz, grubumuz, hizbimiz içinde safları sıklaştıralım” anlamının ötesinde bir anlama varamıyoruz. Emri açıklayıp, “Selamı yeryüzünde inşa etmeliyiz” dediğimizde de, Hz. Muhammed’in taraftarlığını yeryüzüne yaymalıyız diye anlıyoruz. Selam ile barış, esenlik, huzur, emniyet bağ kuramıyoruz. Hz. Muhammed sav’in “alemlere rahmet olarak”Enbiya 107 indirildiği ayetini “Hz. Muhammed sadece kendi cemaatine, grubuna, sürüsüne rahmet değildir. O herkese rahmettir” şeklinde okumak belki de anlamı yakalamak için iyi bir ipucu olacaktır. Ancak bu tür bir okuyuş özellikle ulus devlet aklıyla biçimlenmiş/zehirlenmiş toplumların kolayca anlayabileceği bir mantık seviyesine hitap etmiyor. Bu nedenle olsa gerek ki, neş’et eden neredeyse tüm Muhammedi/İslami yapıların mantığı devletçi, sağcı, cemaatçi, grupçu, kabileci, hizipçi refleksler üzerinde inşa ediliyor. İslamcı yapıların zihinleri devlet, cemaat, grup, lider/lider rızası ile Allah/Allah rızasını birbirinden ayırabilecek bir olgunluğa erişemiyor. “Selama/İslam’a gelin” diyen peygamberin “olduğunuz yerde Selamı inşa edin, herkes için emniyet ve huzur diyarını dar’üs selamı’ var edin” demekte olduğunu hissettirmeyen diller, anlamı bozarak, peygambere “bize gel, bizim grubun üyesi ol” dedirtiyor. Grubun, hizbin üyesi olmanın bizi İslam/Müslüman/mü’min kıldığını varsayan bu propagandanın ardında grup veya iktidarın sahiplerinin olduğunun farkına varamıyoruz. Fussilet suresi 33 ve 34. ayetlerde;”Allah’a davet eden, salih amelde bulunan ve Ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?”, “İyilikle kötülük bir değildir. Kötülüğü en güzel şekilde sav. O zaman seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost gibi olur” deniliyor. Rayiç dil, anlamı, “Mü’minler Allah’a çağırıp, salih amelde bulunup, Hz. Muhammed’e tabiyim derlerse kurtuluşa ererler. Bir insandan duyulabilecek en güzel söz; Hz. Muhammed’insav ümmetindenim’ kelimesidir. Eğer sen, bu şekilde düşmanına davranırsan, kötülüğü en güzel biçimde karşılamış olursun” şeklinde veriyor. Ancak bu anlayış, “İnsanlar iman ettik demekle salıverileceklerini mi sandılar Ankebut 2” ayeti ile mantık uyumu içinde olmadığı gibi, Hz. Muhammed’in ekibinden olduğumu öğrenmelerinin, insanlara nasıl bir iyilik olduğu, nasıl bir uyanışa sebep olacağı da belli değildir. Bu ayeti “Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve “Ben selamım Müslüman! Yahudi, ateist, komünist, Ermeni veya homoseksüeller; size asla yalan söylemeyeceğim. İftira atmayacağım. Sözlerime sadık olacağım. Elimin emeği olmayan hiçbir şeye elimi uzatmayacağım. Namusumdan sizin namusunuzu ayırmayacağım. Sebepsiz yere canınıza kıymayacağım. Hayırlı işlerde ve kötülüğü engellemede sizinle yardımlaşacağım. Yemin ediyorum” diyen birinden daha güzel sözlüsü yoktur. “Unutma iyilik, kötülük gibi değildir. Onları en güzel şekilde karşılayabilirsen belki de onlar sana dost olurlar” diye anlamak gerektiğini düşünüyorum. İlkinde “şu gruptanım demen/şu hizbe mensup olman seni kutlu kılar” denirken, diğerinde “seni ancak erdemli hareket etmen/selam olman kutlu kılar” diyen bir mantık vardır. Peygamberler, selam–İslam için toplumlarına kitabı teklif ederler. Bakara 78, Cuma 2, Al-i İmran 164 gibi pek çok ayette ümmilik kavramı ile kitabilik arasında ters yönlü bir ilişkiden bahsedilir. Bu tespit, Rağıp el-İsfehani’nin “ümmi”[7] kelimesine verdiği “konu hakkında bilgisi az olan veya bilgisi olmayan cahil kimse, bir kitapla bağı olmayan El-Müfredat” tanımı ile uyumludur. Türk Dil Kurumunun sözlüğünde; Cahil; “Öğrenim görmemiş, okumamış” diye tanımlanırken, toplumda cahillik-cehalet; bilgisizlik, bilmeme manasında, cahil ise; bilmeyen, ilimden, olgun davranıştan uzak, genç ve tecrübesiz kimse olarak tanımlanır. İslam tarihinin sembol figürlerinden biri Amr bin Hişam’ın, Allah resulü tarafından verilen lakabı Ebu Cehil’dir cahillerin/cehaletin babası. Ancak Amr bin Hişam, TDK’nın da, toplumun da tanımına uymaz. Aşiretinin lideri, edebiyattan ve hitabetten anlayan, Yemen ve Şam taraflarını gezmiş görmüş, Mekke’de okuma yazma bildiği rivayet edilen çok az sayıdaki insandan biridir. Bu tanımla cahil diyebileceklerimiz, okuma yazması olmayan, edebiyattan anlamayan, fakirlikle boğuşan, genç ve tecrübesiz Allah Resulünün arkadaşlarıdır. Ragıp El İsfehani’ye göre cahil “nefsin bilgiden boş olması, konu hakkında fikirleri düşünceleri olmaması”[8] olarak tanımlanmış. Cahiliye ise “bir bilgi, erdem veya fikre sahip olmadan hareket etmektir”[9] denmiş. Yusuf 33, Ahzap 33, Furkan 44, Maide 50, Hud 46, Araf 199 gibi ayetler, İsfehani’nin verdiği anlamın Kur’an’ın, “cahiliye kavramını” kullanma mantığı ile uyumlu olduğuna işaret eder. Bu ayetler incelenirse “cahiliye” kavramının “kitap ehli” olmanın karşı konumunu ifade etmek için kullanıldığını anlamak da mümkündür. İsfehani’nin tanımına da uygun olarak, cahiliye; “üst bir akıl çerçevesinde geliştirilmiş tecrübe, ahlak ve ilkeler olmadan, içgüdülerin ihtiyaç/korku/şehvet yönlendirmesinde hareket etmeye” denir diyebiliriz. Ayetlerde denildiği gibi “hayvanlar gibi[10], hatta daha da seviyesiz” Furkan 44. Bu ayet Türkçe’ye tercüme edildiğinde, Türkçe mantıktan üreyen anlamları da yüklenip aşağılama ve hakaret ifade eden bir tanıma dönüşüyor. Halbuki, aşağılamak için değil, tanım/tespit için kullanılıyor olabilir. Müslüman alim İbn-i Miskeveyh 940-1030, insanın gelişim sürecini formüle ederken Afrikalı kabileleri insanlık seviyesinin en alt tabakasına yerleştirir. “Onlar hayvanilikten sonraki aşamadır. Ar, utanma, edep mahallerini gizleme duygusunu geliştirebilmiş değillerdir. Türkler insanlık aşamasının ikinci ayağıdır. Onlarda ar, utanma, edep yerlerinin örtme duygusu gelişmiştir. Ancak helal haram kavramları, kendi emeğini yeme fikri çiftçilik, zanaatçılık, ticaret gelişmemiştir. İnsanlığın en yüksek aşaması bunlara sahip olup kitap/hukuk/şeriat çerçevesinde toplanabilenlerdir” der. Dikkat edilirse İbn-i Miskeveyh insani gelişim sürecini erdemler üzerinden tanımlamaktadır. Yüzyıl adlı eserinde Alain Badoo “En gelişmiş varlık, kendi kendini evcilleştirebilendir. Allah, insanın kendini evcilleştirme serüvenine verdiği isimdir” diyor. Allah’sız cc bir zeminden söylenmişlik kokusu sinen bu kelimeyi yeniden formüle edelim. İslam, içgüdülerin beşerinin üstüne erdemler giydirerek hayvanilikten insanlığa geçişin adıdır. Beşerin Adem, Yesrib’in Medine olmasıdır. Kitap Nedir? Kur’an, bu hedefin gerçekleşebilmesi amacıyla, Peygamberlere kitap ve hikmetin verildiğini söylüyor. Ancak, kendi zamanlarının dışına düşmüş olan bizlere, “hikmet” kelimesi gibi “kitap” kelimesi de yabancılaşmış bir kelimedir. Vahyi geleneğin “söz” üzerinden olduğunu unutup, sanki peygamberlerin ellerinde gökten indirilmiş kitaplar, sahif[11]eler varmış, ümmetlerine bu metinleri çoğaltıp veriyormuş, hutbelerinde vaazlarında da oralardan bakıp okuyormuşlar gibi algılıyoruz onu. “Ey Yahya, kitaba sımsıkı sarıl” Meryem 12 dediğinde; Hz. Yahya’nın elindeki bir kitaba sımsıkı sarılıp, sürekli okuması, gittiği her yere o kitabı götürüp insanlara onunla öğüt vermesi gerektiğini düşünüyoruz. Ancak hem kâğıdın hem yazının bildiğimiz tarihi bunun mümkün olmadığını ve hatta bizim anladığımız anlamda bir kitabın hiçbir peygamberin elinde olmadığına/olamayacağına işaret ediyor. Kitap Tüm Peygamberlere Verilmiştir. En’am suresinin 84-89. ayetlerinde, adları tek tek anılarak 18 peygamberin hepsine Kitap, hüküm/hikmet ve peygamberlik verildiğinden bahsediliyor. Tüm peygamberlere verilen ortak bir kitabın/metnin olduğu ve peygamberlerin bu kitabı/metni toplumlarına ulaştırmak ve mukim kılmakla görevlendirildiği işaret ediliyor. Kitap; Kur’an, Değildir. Kitap İncil, Tevrat veya Levh-i Mahfuz Da Değildir. Müfessirlerin bir kısmının Kitabın, Kur’an olduğu ve eski peygamberlere de Kur’an’ın bilgisinin verildiğine dair iddialarına Hicr ve Neml surelerinin 1. ayetlerinde geçen “ الٓر‌ۚ تِلۡكَ ءَايَـٰتُ ٱلۡڪِتَـٰبِ وَقُرۡءَانٍ۬ مُّبِين “Elif Lam Ra, Tilke ayat’ül kitabi ve Kur’an’in mübin” “İşte bunlar, Kur’an’ın ve kitabın açık ayetleridir” ifadesi itiraz eder. Görüldüğü gibi bu ayetlerde Kur’an ve Kitap ayrı ayrı ele alınıyor. Maide suresi 110. ayette ve aynı ile Al-i İmran suresi 48. ayette geçen وَإِذۡ عَلَّمۡتُكَ ٱلۡڪِتَـٰبَ وَٱلۡحِكۡمَةَ وَٱلتَّوۡرَٮٰةَ وَٱلۡإِنجِيلَ‌ۖ “…ve iz allemtükel kitabi vel hikmeti vettevrati vel İncil…”, “Biz Meryem oğlu İsa’ya Kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştik” ibaresinden Meryem oğlu İsa’yasav Tevrat ve İncil’in yanında kitap ve hikmetin de verildiğini öğreniyoruz. Bu bilgi Hz. İsa sav’ya verilen kitabın İncil olduğu bilgisi ile çelişir. Elmalılı, Hz. İsa’ya sav verilen kitabın, kitabet manasında masdar olduğunu söyleyip bunun yazma yeteneği olduğunu söylüyor. Ancak Elmalılı da, bu tür kelimelerin Kur’an’ın şiirselliğini, edebi gücünü korumak için araya konulmuş kelimeler olduğunu iddia edenler de bunun sistematiğini vermemişlerdir. Ne zaman bu tekniği kullanacağımız, hangi ayetlere uygulayıp hangilerini muaf tutacağımız belli değildir. Müfessirlerin Kitab’ın, gaybın bilgisi olduğuna dair iddiaları, Kur’an’ın bildirdiği “... gaybın bilgisinin Allah katında olduğu…” Araf 187 ayeti ile çelişir. Hz. Musa’nın sav Tur Dağı’nda iken, kavminin durumunu bilmemesi, Hızır ile yaptığı seyahat esnasındaki şaşkınlığı, Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un sav ziyaretçilerin halini bilmemeleri, Hz. Zekeriya’nın Hz. Yahya hakkında, Hz. Yakup’un Hz. Yusuf ve Hz. Bünyamin hakkındaki çaresizliklerini anlatan ayetler, peygamberlere verilen kitabın gayb bilgisi olmadığına delil sayılır. Kimi müfessirler ise kitabı “Levh-i Mahfuz” olarak düşünmüşlerdir. Ancak elimizde olmayan, yerle gök arasında bir yerde olan, kimsenin içeriğini bilemediği, okuyamadığı, göremediği bir kitabın, ümmet üzerinde hiçbir fonksiyonu olamayacağı açıktır. Bu anlamı kabul etmemiz durumunda, Allah’ın insanlara gönderdiği kitap, insanlar tarafından Allah’a geri gönderilmiştir önermesini de kabul etmemiz gerekecektir. Kur’an, Kitab’ı Açıklamak Misyonu İle İndirilmiştir. Yunus suresi 37. ayet Kur’an’ın Kitabı açıklamak misyonu ile gönderilmiş olduğunu söyler. “Hezel Kur’ane en yuftere mindunillah, velakin tasdikellezi beyna yadeyhi ve tafsilel kitabi…” وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَن يُفْتَرَى مِن دُونِ اللّهِ وَلَكِن تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ الْكِتَابِ لاَ رَيْبَ فِيهِ مِن رَّبِّ الْعَالَمِينَ “Allah’tan başkası tarafından dokunulmamış olan bu Kur’an, ellerinin arasındaki kitabı tasdik ve tafsil detaylandırıp onaylar eder.” Al-i İmran suresi 7. ayet “… Sana Kitab’ı indiren O’dur Allah cc. Ondan bir kısmı muhkemdir ve bunlar kitabın anasıdır/aslıdır…” ümmül kitab şeklinde geçen ibare bize kitabın bazı ayetlerinin diğer ayetlerden farklı bir misyon üstlendiğini işaret ediyor. Kitap, Allah tarafından doğrulanmış sabit ilkeler, prensipler, kanun ve şeriattir. Beyyine suresi 3. فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ Fîhâ kutubun kayyimehkayyimetun Beyyine 3 .O kitaplar doğrulanmış/sabitlenmiş hükümlerdir. Bu görüş, Şura suresinin 13. ayetiyle “Allah dinden Nuh’a buyurduğu şeyi size de kanun /şeriat yaptı. Sana vahyettiğimizi İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya da şeriat/yasa/hukuk kıldı.” ayetiyle de desteklenebilir. “Nuh’un ilkeleri”ne daha sonra değinilecektir. Ragıp El İsfehani Müfredat’ında, Kitap kelimesini açıklarken “çengelli iğne ile tutturulmuş sahifeler, bir araya getirilmiş kelimeler/sahifeler/ayetler” diyor./ Muhammed Hamidullah, Konfüçyus’un hukuk kitabı “Şu-King”in aynı zamanda kitap manasına geldiğini söylerken, kitap kelimesini Allah’ın hükmü/yargısı, hukuk ve kitap kelimelerini aynı anlamda birleştirir. Bu tanımdan hareketle Kitab[12]ı, bir araya getirilmiş ilkeler, prensipler, üst metin, şeriat ya da hukuk olarak tanımlayabiliriz. Kur’an, Tevrat ve İncil bu temel ilkeleri tafsil eder, tasdik eder, açıklar. Bu ilkelerin başına gelen çarpıtmaları, yoldan çıkarmaları, ters yüz etmeleri örnekler. Kadim tecrübeyi sonraki nesillere aktarır. Yani Sebe Melikesi’nin kıssası, Yusuf Kıssası, Hızır ile Musa, Zülkarneyn kıssaları, ilkeleri açıklamak, oturmasını sağlamak, örneklendirerek anlatmak, yoldan çıkmalara ve çarpıtmalara karşı uyarmak için anlatılmış, kitabı ilkeleri açıklayan Kur’an’dan olup, kitaptan olmayan kelimelerdir. Hz. Yunus’un sav ya da Sebe Melikesi’nin kıssasını bilmemek, yaşanmış ya da mitolojik bir vakıa olduklarını iddia etmek imani bir mesele değildir. Kimseyi Müslüman emniyet, barış sahibi yapmaz. Ama sözün kıymeti, doğruya şahitlik etme ilkesi gibi kelimler kitaptandır. Kitab’ın temel prensipler olduğu bilgisinden hareketle Kur’an’da sık sık geçen; • “kitaba/ayete sımsıkı sarıl/sarılırdı.” Meryem 14, Araf 170, O kitaptan, temel prensiplerden, kaidelerden asla taviz vermezdi, • “O kitabın ayetlerini az bir pahaya sattı” Bakara 41, Kısa dönemli beklentiler, çıkarlar uğruna temel prensipleri terk etti, • “Kitaba varis kılınanlardan…” Araf 162, Temel prensipleri korumaya söz verenlerden/görevli olanlardan, • “… kimileri kitabın bazı ayetlerini inkâr ederler….” Rad 36, Temel ilkelerin bazılarını red ederler, hayatlarına sokmazlar, • “Onlardan bir grup var ki, Kitab’dan olmadığı halde Kitab’dan sanasınız diye Kitap’tanmış gibi dillerini eğip bükerler ve, “Bu, Allah katındandır” derler. Al-i İmran 78, Kendi çıkarlarına uygun kelimeleri, temel prensipler diye takdim ederler, • “Bunlar kitabın ayetleridir.” Lokman 2, Hicr 1, Rad 1, Dikkat edin bahsedilen/bahsedilecek konular temel ilkelerdendir. • “Kitap yüklü eşekler.” Cuma 5, Onlar yığın yığın kurallar öğrenmiş, yüklenmişlerdir, gibi anlamanın öze daha yakın olacağı kanaatindeyim. Ehl-i Kitap; Kitabı, üst değerler, ilkeler olarak tanımladığımızda; “ehl-i kitabı” değerlerini, ilkelerini, prensiplerini, şeriatını, hukukunu üretebilmiş bu ilkeler, şeriat, hukuk etrafında bir araya gelebilmiş topluluk olarak tanımlamak gerekecektir. Hali hazırdaki dilin/mantığın bakış açısı ile “Ehl-i Kitap” tabirini kendilerine bir peygamber ve peygamberle birlikte vahiy/kitap verilmiş topluluk manasında kullanmayı ve anlamayı tercih ediyoruz. Ancak, bu bakışla Kur’an da, Allah’ın Bakara suresi 62. ayette Sabiileri, Ehl-i Kitap’la birlikte anıp “Onlar için korku yoktur” demesi çok can sıkıcı bir dilemmaya dönüşüyor. Halbuki bizim gibi düşünmeyen öncü Müslümanlar, karşılaştıkları ya da yönetici oldukları Hindu, Sih gibi farklı toplumları Ehl-i Kitap saymışlardır. Ehl-i Kitap; erdemler, hukuk, şeriat üretip bu ilkeler çerçevesinde toplanabilmesi ile cahili topluluklardan ayrılır. İçgüdülerin ihtiyaç, şehvet, korku belirlediği ilişkilerin yerini, toplumun ortak kanaat ve tecrübelerinden neşet eden bir mantığın, hukukun, şeriatın, kitabın alması o toplumun, insanileşme sürecinde önemli bir adımdır. Ancak Ehl-i Kitap nihai hedef olarak değil, murad edilen selam toplumu ile cahiliye toplumu arasındaki ara formdur. Değerler etrafında toplanıp Kitabileşen Ehl-i Kitab toplulukların bir kısmı “selam”laşma becerisini, üst bir mantığa geçebilme yeteneğini de gösterebilmişlerdir. Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar Al-i İmran suresi, 113. Ancak çoğunluğu öyle değildir.”Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir” Âl-i İmrân , 110. Ehl-i Kitap konumuna gelmiş, üst değerlerini üretebilmiş topluluklar, azalarına beraber hareket edebilme, ortak bir güç, merkez ve ideal uğrunda kenetlenebilme yeteneğini kazandırırlar. Böyle topluluklar güçlenip medeniyetlerini inşa edebilecek enerjiyi üretebilirler. Peygamberler/vahiy burada devreye girip Ehl-i Kitab’a ortak değerleri, tüm insanlık için selam olabilecek değerlerden edinin. Edindiğiniz gücü kendi menfaatinize, başkalarının zararına kullanmayın. Kibirlenmeyin. Kendinizi özel, yüce, üstün, kıymetli görüp diğerlerinin boynuna zincir, sırtına yük vurmayın der Araf, 157. Bu zaviyeden bakılınca kendi değerlerini üretebilmiş, ancak Resullerin ve vahyin uyarısını dikkate almamış Batı Medeniyetini, Ehl-i Kitap olarak tanımlamak mümkündür. Vahyi dikkate almamış bir medeniyetin, dışarıda kalanlar için nasıl bir zulüm mekanizmasına dönüşebileceğinin şahitleriyiz. Batı Medeniyeti kendi toplumlarında kitabiliği üst ilkeleri, hukuku, şeriati inşa edebilmiş ancak kendi toplumlarının dışında kalanlara korkunç zulümler yapmış ve yapmakta olan bir medeniyet olmuştur. Buraya kadar 3 farklı toplum yapılanması tanımlamış olduk. “Sor o kitap verilenlere ve ümmilere İslam’ı kabul ettiniz mi? Al-i İmran 20. 1Cahili; Bir erdem, bilinç, hukuk tanımayan içgüdü merkezli hareket. İnsanların geneli böyledir. Merkezi "Ben"dir. Burada Küfür kelimesine bir parantez açmak gerekiyor. Kâfir/küfür, şer’i merkez alan harekettir. Haksızlığın farkında olup, tercih etmektir. Hak’ın aynı anda Allah’ın ismi olması bir tesadüfün neticesi değil, Aziz İslam’ın temel dinamiklerinden olmasındandır. Haksız; Allah’sız, Allah’ın/Hakk’ın tarafında olmayıp, Allah’ı/Hakk’ı bilerek karşısına alandır. Haksız, Hakk’ın gizlenmesinden, örtülmesinden, karartılmasından gelir/güç/iktidar elde eden ve bunu meşru görendir, kâfirdir. Mevcut dil küfrü/kâfiri, Hz. Muhammed sav topluluğunun karşısında olmak diye tanımlarken grupçu/hizipçi noktadan hareket etmektedir. Küfrün/kâfirin, “Hakk” ile olan bağı da kopmuştur. 2Ehl-i Kitap; Kitabını, ilkelerini, hukukunu geliştirebilmiş, bunlar çevresinde birliğini sağlayabilmiş toplum. İyiyi ve adaleti çevresine, cemaate yöneltebilmiş, "ben"in yerini "biz" almış harekettir. Rahmeti "Ben"liği aşmış toplum için isteyebilmektir. 3İslam; Erdem merkezli, kitabiliğini ve medeniyetini vahiyle terbiye edebilmiş toplum. Sadece ben ve bizin değil alemin hatırını, adaletini, iyiliğini gözetebilmektir. Alemlere rahmet olabilmektir. Tüm peygamberler gibi Hz. Peygamber de, cahili toplulukları içgüdülerin merkez alındığı bir hayattan, erdemlerin merkez alındığı hikmet bir hayata davet ederek, onları selam üzerinde ahidleşmeye çağırıyor. Kur’an’ın birçok ayetinde bu ilkeler üzerinden alınan biata/yemine atıf yapılır. Ancak hali hazırdaki dil, Müslümanın Resulle/vahiyle bir biat ilişkisi içinde olması gerektiğini gizliyor. Biatleşme/ahidleşme erdemler/ilkeler üzerinde anlaşmaktan geçmiyor, takım değiştirmekten veya yüce bir kişiliğe/cemaate intisab etmekten geçiyor. Resuller Toplumlarından Kitap/Temel İlkeler Üzerine Biat İstediler. Var olan dil, biat’i “boyun eğmek, sorgusuz sualsiz, canları/kanları ile peygamberin emrinde olduklarını beyan etmek” şeklinde sunuyor. Bunun bilinçli bir çarpıtma veya göz ardı etme olduğunu düşünmemek elde değil. Çünkü Hz. Ali ra sonrası güç sahibi liderler, peygamberlerin varisleri olduklarını iddia ederek, tüm Müslümanlardan kan, can ve malları ile sorgusuz sualsiz biati boyun eğmeyi beklemeyi, peygamberin biat almasından hareketle meşru saydılar ve saymaya devam ediyorlar.[13] Ancak Akabe’de önce erkeklerden sonra kadınlardan alınan ve Kur’an’da Mümtehine suresi 12. ayette anlatılan “Kadınlar biatı”, vakıanın günümüze hakkıyla yansımadığını söylüyor. Ayette, gelenler sorgusuz sualsiz sana itaat etsinler demiyor. Kendisi üzerinden değil, erdemler üzerinden bir birliktelik için biat istetiyor. Kendisinin de birey olarak yemin edeceği, en az diğerleri kadar sorumluluk altına gireceği bir birliktelik cem olmak/cemaat tanımlanıyor. “Uzatın ellerinizi kitabın çevresinde toplanıp yeryüzünün ıslahçıları olalım, İslam’ı dar’üs selam inşa edelim” deniyor. Altı çizilmesi gereken, Kur’an’ın, İnsan -Allah/vahiy ilişkisini tanımlarken formüle ettiği “…semi’nâ ve ata’nâ…” “..işittik ve itaat ettik…” Bakara 285 ilişkisinin iki ayağının da sorunlu/kırılmış olduğudur. İlk ayak olan işittik ibaresinin muhatabı yoktur. Ortada işitilecek işitilmesi gereken bir kelimenin olması gerektiği gizlenir. İşitilecek şey yücelerde tanımlanarak anlamsız/işlevsiz kılınır. İşitilmesi gerekenin Resul/vahiy üzerinden kitap olduğu, verilen biatin peygamberin kendilerinden istediği ilkeler olduğu göz ardı edilir. İşitilen bir şey olmayınca, boşluk din diye vaaz edilen ritüeller veya menkıbelerle doldurulur. Tuvalet terbiyesi bile iman meselesi gibi sunulup sayfalarca konu edilebilirken, Resulüllah’ın sav biatı, yöneten-yönetilen ilişkileri hilafet-saltanat, paranın İslam ekonomisi ve zamanın sarfı gibi konular başlık olarak bile ele alınmaz. Allah’a inanmak, O’nun varlığına inanmak olarak tanımlanarak, kelam/vahiy ile olan ilişki koparılıp konuşan, görüş bildiren Allah cc susturulup, O’na kulak vermeye, onu işitmeye çalışanlar O’nun adına söz alanlara mahkum ediliyor. Allah’ın sesi işitilmeyince, ikinci ayak “itaat” de gerçekleşmiyor. Kime itaat edilecek sorusunun cevabını yine “O’nun adına söz alanlar” cevaplıyor. Biat Ne Üstüne Alınır? Akabede, genç kızlardan ihtiyar kocakarılara kadar herkese, kolayca anlayabilecekleri bir şey teklif ediliyor Mümtehine 12. Teklif edilen ilkeleri kabul ederlerse, “biatlarını kabul et” denilerek peygambere inisiyatif bırakılmıyor. Biatı kabul eden bizzat Allah cc oluyor. Onlar artık sendendir, seninle kardeştir, sözlerini tutarlarsa cennettedirler deniyor. Yemine katılan herkes, ilkelerden birini bile kabul etmemeleri durumunda, Hz. Muhammed’in takımından olmalarının, O’nun ümmeti olduğunu iddia etmelerinin, Müslüman oldum barış, emniyet, güven ehliyim demelerinin mümkün olmadığını biliyor. Bu emirler; • Yüce olan Allah’tır, Ondan başka kutsal şahıs, cemaat, grup, parti, mezhep, peygamber, vatan, şirket, nesne yoktur. Kimse, kendini, kutsalını yücelterek, diğerlerini ona tabi olmaya zorlayamaz, zulmedemez, kafasında odun kıramaz. Sorgulanamaz, eleştirilemez, eksiksiz, mükemmel, hüküm sahibi, Hak olan, bilen ve azap edecek olan Allah’tır la yüs’el amma yef’al.. Enbiya 23. • Emeğinizden başkasına elinizi uzatmayın. “Size kendi elinizin emeğinden başkası yoktur”Necm 39. Hırsızlık yapmayın diye tercüme edilen emri, yeniden formüle etmemiz gerekiyor. Çünkü paratapar kapitalist anlayışın tanımladığı hırsızlık, fakirin zenginden almasıdır.[14] Kur’an sadece fakirin zenginden almasını yasaklamaz. Zenginin de fakirden almasını yasaklar. • Zina etmeyeceksiniz. Namus ve şeref kavramları cahili topluluklarda sadece kadın erkek ilişkileri üzerinden tanımlanır. Horozun namusu tavuklardır. Tavukların yanına gitmediğiniz sürece horozun namusuna halel gelmez. Halbuki Resullere; hırsız, faizci, riyakâr, gösterişçi vs derseniz onların namusunu/şerefini kirletmiş olursunuz. Mevcut dille geçimini haramdan elde ediyor olmak, namusa/şerefe halel getirmiyor. Zekâtı ödenmiş, vergilendirilmiş kazanç temizlenmiş oluyor. • Öldürmeyeceksiniz. Kadınlar biatında çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz şeklinde geçen emir, erkeklerin biatında “öldürmeyeceksiniz” diye geçiyor. Maide suresinde Habil ile Kabil’in kıssası yeniden okunmaya muhtaçtır. • Sözünüzün kıymeti olacak. Yalan söylemeyeceksiniz. İftira atmayacaksınız. Zanda, tahminde bulunup gerçekmiş gibi aktarmayacaksınız. Ahidlerinize, sözlerinize, yeminlerinize, antlaşmalarınıza sahip çıkacaksınız. Kendi aleyhinize olsa bile adalete zarar vermeyeceksiniz. • İyilikte yardımlaşacaksınız. Yardımlaşmaya gücünüz yetmezse, ya da iyiliğe ikna olmazsanız, engel de olmayacaksınız. Akabe’nin, 75’lik nineleri bile istenilenleri ve yapmaları gerekeni anlayabildiler. Bir Tanesi İslam’ın Şartları Arasına Giremiyor. Mevcut din dili ile ben Müslüman olmak istiyorum diyen hiç kimseye, Akabe’de Allah’ın Resulünden şart koşması için istediği ilkeler hatırlatılmıyor. Bu ilkelerin hiçbiri İslam’ın şartlarının arasında kendine yer bulamıyor. Mevcut dilin İslam’ın şartları olarak andığı maddeleri de Mümtehine suresi anmıyor. İtiraz edilip ilk elde yok gibi görünse de aslında bunlar onların içindedir denilebilir. Bu itiraz doğru olsa bile, kitabın/ilkelerin geriye itildiği, olsa ne güzel olur üzerinden konuşulduğu da gizlenebilecek gibi değildir. Müslüman olacağım diyen birine “bak şu andan itibaren sadece kendi emeğini yiyecek, yalan söylemeyecek, tahminde/zanda bulunmayacak, kendi namusunla başkalarının namusunu ayırmayacaksın. Yemin eder misin?” denildiğini görmedim, duymadım. Kitab’ın İçeriği / Ayetleri Mümtehine suresinde 6 ayette/şartta toplanan Kitap diğer surelerde de sık sık tekrarlanır. Bazen bu emirler daha kısa şekilde anılırken, bazen bunlara birkaç emir daha ilave edilir. Sureler bu emirlerden bir ya da bir kaçını açıklar, örneklendirir ve tafsilatlandırır. En’am suresinin 151-156.[15] ayetlerinde “bizim kitaptan haberimiz yoktu demeyesiniz diye size bunları sayıyoruz” denilerek Kitap konusu işlenir. “Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını söyleyeyim. Allah’a şirk koşmayın. Ana-babaya hürmet edin. Çocuklarınızı öldürmeyin. Cana kıymak haram edilmiştir, adalet dışında öldürmeyin. Kötülüğe yaklaşmayın. Mahremi araştırmayın. Yetimin malına dokunmayın. Ölçü-tartıyı tam tutun. Adaleti gözetin, yalan söylemeyin” denilir. Ayetin devamında “Allah size bunu emretmiştir, Allah’a verdiğiniz sözü ve O’nun size gösterdiği yolu tutun, başka yollar edinmeyin. Rablerine giden yolu göstermek, onlara rahmet edip açıklamak için Musa’ya verdiğimiz kitap da buydu. Kitap sadece bizden öncekilere verildi bizim haberimiz yoktu demeyesiniz diye, onu size de gönderdik...” denilerek Musa’ya verilen kitapla Hz. Peygambere verilen kitabın aynı olduğuna da dikkat çekilir. Bakara suresi 83-84’te; hani şunlar üzerine sizden söz almıştık denilip, Kitab’ın ayetleri sayılır. “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel muamele edin, insanlara tatlı söz söyleyin, namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin. Birbirinizin kanını dökmeyin. Birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın”. Sonrasında Allah cc sözünüzü niye tutmuyorsunuz diyerek kullarından şikayetçi olur. İsra suresinde 22-39[16] ayetlerinde konu daha geniş ele alınıp “şirk koşmayın, anne babaya hürmet edin, akrabaya/yoksullara/yetimlere sahip çıkın, insanlara güleryüz gösterin/tatlı dille muamele edin, Allah’ın adını yüceltin/namazı kılın, zekâtı verin, birbirinizin kanını dökmeyin ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın” denilerek temel ilkeler peşpeşe sıralanır. Konu Meraiç suresi 22-35[17], Mü’min’un suresi 1-10[18], Bakara 177[19], Meryem suresi[20], Lokman Suresi ve başka surelerde de işlenir. Hz. Nuh’a sav atfedilen ve Nuh’un 7 kuralı/kanunu olarak bilinen “Allah’a şirk koşma, Allah’ın adını yücelt ve ona küfretme, cinayet işleme, cinsel ahlaksızlık yapma, hırsızlık etme, adil ol ve adaleti koru, canlı bir hayvanın etini kopartıp yeme” ilkeleri de hatırlatmak istiyorum. Burada Şura suresinin 13[21]. ayetin de Nuh’a emredilenin bize de emredildiğinin söylendiğinin de altını çizelim. Görüleceği gibi Kur’an’da aynı ilkeler değişik konfigürasyonlarla önümüze çıkarılıp bu ilkelere sadık olun diye defalarca hatırlatılıyor. Bazen tek bir madde, bazen 2-3, bazen de daha fazlası beraberce işlenip bunlar üzerinden ahlaklı erdemli bir topluluk selam/İslam ve bir belde dar’ül İslam inşa edilmek isteniyor. Var olan dil, dini törenler üzerinden tanımladığından bunları geri plana itiyor. Kur’an’ın, kitap merkezli anlayışı ise dini, erdemlerin üzerinden bir tanımlamaya zorluyor. Mevcut dille dinin direği namaz iken, Maun suresi, yetimlere el uzatmayan, garipleri sahiplenmeyen salat ehline lanet edip, Ahiret’i inkâr etmekle suçluyor.[22] Ümmetleri, Peygamberlerine İhanet Ettiler. Peygamberlerden sonra gelip, kitaba sahip çıkması varisçiler gerekenler, öncülerin kurduğu medeniyetin refahı içinde içgüdülülerini terbiye etmeleri gerektiğini, hak ve adaleti ayakta tutma sorumluluğunda olduklarını unuturlar. Öncülerinin erdemli olmasının kendilerini de erdemli kılacağını zannederek, yüce varlıklar olduklarını, Allah’ın sevgilileri, yeryüzünün kıymetlileri olduklarını düşünmeye başlarlar. Araf 169 Kitabı/temel ilkeleri önemsiz ve ihmal edilebilir bulurlar. Kitaptan işlerine gelen kısmını alıp, bir kısmını terk ederler. Temel ilkeleri/kitabı ters yüz edip, peygamberler öncesi cahili mantığı yeniden ihya ederler. Peygamberlerin yıktıklarını inşa edip, inşa ettiklerini yıkarlar. Kur’an, Tevrat, İncil ve Zebur bu süreçleri anlatarak bizi uyaran ilahi öğütler, ikazlardır. “Bunun üzerine o zulme devam edenler sözü değiştirdiler, onu kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle soktular. Biz de kötülük yaptıkları için o zalimlere murdar bir azap indirdik.” Bakara 59 “Biz Nasranileriz” diyenlerden de kesin sözlerini almıştık ama onlar da kendilerine zikredilen öğütlerin/Kitab’ın önemli bir bölümünü unuttular Maide 14. Ben-i İsrail kıssaları bu konuyu anlatmak için indirilmişlerdir. Hz. Musa as ve kavmi, Kur’an’da en uzun anlatılan, en çok detaylandırılan örnektir. Bunda kurulmakta olan İslam toplumuna en fazla benzeyen toplumun Ben-i İsrail olması etkilidir. Hz. Musa’nın as kavmi peygamberine biat etmiş, peygamberi ile hicret etmiş, O’nun ardında namaz kılmış, cihada çıkmış bir kavimdir. İsrailoğulları denizi geçmeden hemen önce, Allah tarafından onaylanmış bir kavim iken[23] Filistin’e girişte lanetlenmiş bir topluluğa Yahudi dönüşmüşlerdir. [24]Lanetlenmiş bir topluluğa dönüşmelerinin serencamı aynı zamanda 10 emrin kitabın başına gelenlerin de macerasıdır. Hani, sizden sağlam bir söz almış, Tûr dağını da tepenize dikmiş ve sakınasınız diye, size verdiğimiz Kitab’ı sıkı tutun, onun içindekileri düşünün gafil olmayın” demiştik Bakara 63. Ne yazık ki Hz. Musa’nınsav ümmeti gibi, Hz. Muhammed’insav ümmeti de onca örneklemeye, uyarmaya rağmen, Ben-i İsrail’in kitaba yaptıklarını yaptı ve temel prensipleri ters yüz etti. Şerhsiz gelen emirlere şerh koyarak yönünü değiştirdi. Peygamberlerden sonra gelip, kitaba ve medeniyete sahip çıkması varisçiler gerekenler, içgüdülülerini terbiye/kontrol etmeleri gerektiğini, hak ve adeleti ayakta tutma sorumluluğunda olduklarını unuttular. Öncülerinin erdemli olmasının kendilerini de erdemli kılacağını zannederek, ne kadar yüce varlıklar olduklarını, Allah’ın sevgilileri, yeryüzünün kıymetlileri olduklarını [25]düşünmeye başlarlar. Araf 169 [26] Bu topluluk öncülerin inşa ettiği medeniyet için de şımarıp, kitabı temel ilkeleri terk ederler. Kitabı önemsiz ve ihmal edilebilir bulurlar. Onların işlerine gelen kısmını alır bir kısmını terk ederler. Onlar öncülerin yaptıklarını yıkmaya yıktıklarını yapmaya başlarlar.[27] -“Yüce olan yalnız Allah’tır”ı değiştirip; Bizim liderimiz/ cemaatimiz/ mezhebimiz/ peygamberimiz hariç Allah’tan başka özel/seçilmiş/yüce/büyük/üstün/bilen yoktur. Yaptılar. - “Öldürmeyeceksin” emrini; Bizden olanı öldürmeyeceksine çevirdiler. - “Yeryüzünü ıslah edin” emrini; Grubunuzu, cemaatinizi/hizbinizi, evinizi ihya edin. - “İhtiyaç sahiplerine, yolda kalanlara, yetimlere, akrabaya verin” emrini; Cemaate, gruba, lidere verin. - “Yalan söylemeyin, hakkı/adaleti ayakta tutun” emrini; Dinin, cemaatin, liderin maslahatını gözetin. - “Büyüklenmeyin, özel olduğunuzu iddia etmeyin” emrini; Sadece bizden olan kurtuluşa erer. Fırka-i Naciye meselesine döndürdüler. - “Elinizi emeğinizden başkasına uzatmayın” emrini; Bizden olanın malına elinizi uzatmayına. - “Namusunuza sahip çıkın, pislikten uzak durun” emrini; Kadınlarınızı erkeklerden uzak tutun. Emrine döndürdüler. - “Allah Hak/Selam/İslam uğrunda cihad edin” emrini Cihad, cemaate çağırmak tebliğ! ve cemaate hizmetten ibarettir. Emrine döndürdüler. - “İyiliği emredip kötülükten nehyedin” emrini; bu emir Mutezile ile birlikte bitmiştir. Dediler. Sonsöz Selam olduğunu Müslüman söyleyen bizler, selamın ne olduğunu unuttuk. Sözü değiştirdik. Kitabı ve biatı unuttuk. İlkelerimizi, prensiplerimizi terk ettik. Müslüman topluluklar yalan söylemezler, harama el uzatmazlar, kan dökmezler, başkalarının şerefine kendi namus ve şerefleri gibi saygı gösterirler, kimsesizlere sahip çıkarlar, yığmazlar dedirtemiyoruz. Zillet içinde kaldık. Ellerimiz birbirimizin boğazında, malında, kanında. Sürüler halinde boğazlaşıyoruz. Allah için ehl-i secde boğazlayan cihad/gaza ehliyiz. Sözümüzün ve ahdimizin kıymeti yok. Her tarafta kutsal gruplar, liderler, üstadlar, mezhepler var. Kibrimizden kimsenin sesi kulaklarımıza erişmiyor. İçimizdeki ilim ve akıl sahiplerini susturuyor, onları tehdit ediyoruz. Birbirimize güvenmiyor, birbirimizden emin olamıyor, birbirimize borç veremiyoruz. Allah’ın, güçlü kulları ile tepemize bombalar yağdırmasının, kapı kapı dolaşıp bizleri toplatmasının ne demek olduğunu anlamıyor, üzerimize alınmıyoruz. Gözlerimizi gökyüzüne dikmiş bekliyoruz. Acaba oradan bir mucize, bir kurtarıcı mehdi/lider gelip, üzerimize çöken bu karabasandan bizi, Allah’ın en hayırlı ümmetini, en sevgili kullarını kurtarır mı diye. Halbuki Kur’an; gözlerini gökyüzüne dikip mucize bekleyen İsrailoğulları’na “Musa’ya bazı ayetler verip Firavun’un sarayına göndermiştik. Ve Musa, O ayetler ile Firavun’un düzenini/sarayını tepesine yıkmıştı. Şimdi siz de kitabınızı hatırlayın ona sımsıkı sarılın” demişti. İlkeler, erdemler üzerinden yemin edip, bunlar üzerinden bir araya gelip, yardımlaşan bir topluluk olduğumuzda rahmet üzerimize gelecektir. Biz nitelikli, kitap ve hikmet sahibi bir topluluk olduğumuzda üzerimizdeki lanet de kalkacaktır. Çünkü Allah zalim değildir ve Allah’ın katında sözde bir değişme olmaz Kaf 29. Bizim ilmimiz buna yetti, doğrusunu Allah bilir. [1] Okumalarım sırasında aldığım bu notun kaynağını not etmemişim [2] Dil; Kalp, gönül Fars [3] Ölünün, cenaze yıkayıcısının elindeki teslimiyeti gibi bir teslimiyet gerekir anlamında kalıplaşmış söz [4] Müslim 145, Tirmizi 2764 [5] İbranice selam şalom, Kudüs için kullanılan darüsselam- Jerusalem kelimesi aynı kelimedir. [6] Takva kelimesi üzerinden, anlamın sadece Allah’ın tespit edebileceği bir mevkiye gönderilmesinin nasıl bir sonuç verdiğini anlatmak için bir örnek vermek istiyorum. Kıymetli bir koltuğumuzun olduğunu var sayalım ve bu koltuğa kim oturacak sorusuna cevap arayalım. Cevap; Elbette takvalı olan oturacaktır. Peki Takvalı olan kimdir? A Takva Allah’a karşı sorumluluktur. Allah’a karşı kimin sorumlu olduğunu yalnız Allah bilir. Bunu biz bilemeyiz. O halde koltuğa kim oturacak? Elbette bunu daha önce takvasını ispat etmiş olan bir önceki koltuk sahibi belirleyecek. Oğlu ya da damadı.. B Takva, halka karşı sorumluluğunu taşıyabilecek, topluma hesabını verebilecek olan, hesabın endişesini sıkıntısını taşıyan. Toplumun, takvasını topluma karşı sorumluluk bilincini görüp tespit edebileceği bilebileceği birisidir. Eğer takva Allah’a karşı korunma, korkma duygusu ise kimin takvalı olduğunu sadece Allah bilir ise; koltuğa kim oturacak sorusunun cevabı da Allah bilire dönüşüyor. Toplum takvalı olanı sorumluluk sahibini, topluma faydalı olanı, yetkin, layık olanı tespit edemez, onu sadece Allah bilir ise toplum yöneticisini de tespit ve talep edemez. Peki, kim oturur koltuğa elbette şeyhin, kralın oğlu oturacaktır. Dikkat çekmek için soruyorum. İslam toplumlarının din dilini kullanan kurumlarında/cemaatlerinde yerine aday göstermeyen Hz Muhammed, Hz Ali gibi öncülerin sünneti mi, yoksa Yezid’i yerine oturtan Muaviye’nin sünneti mi yaşatılmaktadır. [7] Rağıp el-İsfehani’de ümmi kelimesinin anlamını konu hakkında bilgisi az olan kimse anlamına geldiğini cehalet anlamında kullanıldığını yazar. Bu kök “ümmiyyetü” şeklinde kullanılırsa gaflet ve cehalet anlamını ifade eder ki “el-ümmî” kelimesi bu köke nispet edildiği taktirde, “bilgisi az olan kimse” anlamını taşır. Râğıb el-İsfehânî, Ebu’l-Kasım Hüseyin b. Muhammed, Müfredâtü Elfâzıl-Kur’an, Beyrut, 1997, Kur'an da Ümmi Kavramının Semantik Analizi Ve Bu Bağlamda Hz. Peygamberin Ümmiliği Meselesi Mehmet SOYSALDI* Songül ŞİMŞEK** [9] Ragıb el-İsfehâní “cehl”e üç anlam vermektedir -Birincisi, nefsin bilgiden boş olması, Konu hakkında bir fikirleri düşünceleri olmaması -İkincisi, gerçeğin dışında bir şeye inanma,-Üçüncüsü, bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapmadır Müfredat, s 143 [10] [10] Hayvanlar gibidirler; Bulduğu her şeyi bir köşeye, bankaya veya toprağa gömmenin, farelerin, sincapların, köpeklerin bulduklarını bir kovuğa, bir deliğe veya toprağa gömmeleriyle aynı refleksin sonucudur. Tüm hayvanların yavrularına kıymet ve değer verdiklerini, ancak anne babasına hürmet etmenin İnsani bir davranış olduğu Tilkinin hırsızlığının, çiftçiye kötülük yapmak için olmadığını, derdinin sadece karnını doyurmak olduğunu, insanların çoğunun başka insanlara verdiği zararın böyle bilinçsiz davranışlardan kaynaklandığını ün insandaki yığma, biriktirme, bir bankaya gömme güdüsünün aynı olduğunu, Hayvanlar gibi yavrularına dikkat ve öze Örneklemek istiyorum. Ortada bir yiyeceğin var olduğunu tasavvur edelim. Yeryüzünün tüm varlıkları, aç oldukları takdirde, imkan buldukları anda o yiyecekten karınlarını doyurup, ihtiyaçlarını giderirler. cahiliye; iç güdüsel/hayvani davranış İnsanların çoğu böyledir. Ankebut 63,Nahl,38-75, Rad 1 bilinçsizlik halidir . Tilkinin çiftçi,nin tavuğunu çalması ona zarar vermek için değildir. Bütün derdi sadece ihtiyacını karşılamak istemesidir. Onlardan çok azı, aç/ ihtiyaç sahibi olmasına rağmen helal mi haram mı? Diye sorar. Benden daha fazla ihtiyaç sahibi, paylaşmam gereken başkaları var veya kendimi adadım, oruçluyum diye erdem merkezli hikmetli bir davranışta bulunabilir. Meleklerin secde ettiği, eşrefi mahlukat-yaratılmışların şereflisi Bakara, 34 Yine onlardan az bir grup karnını doyurduktan sonra, başkası bundan faydalanmasın diye kalanı kirletebilir, saklayabilir ya da yok edebilir. kafir; belhum adal-hayvandan da aşağıFurkan, 44 [11] Suhufu/sahifeleri, yine modern zamanlardan kağıt ve yazı ile irtibatlandırarak anlıyoruz. Ebu Zer’e ra atfedilen zayıf olduğu düşünülen bir hadiste Hz Adem’e indirilmiş 10 sahifeden bahsedilir. Bunu modern zamanlardan düşünüldüğümüzde ravinin, kağıt ve yazının da Adem’le birlikte aynı anda gökten indirildiğini, Hz Adem ve çevresindekilere, yine ilahi müdahale ile okuma öğretildiğini söylediğini düşünmemiz gerekecek. Ravinin muradının Adem’in elindeki bir kağıt ve o kağıda yazılı bir metin olmadığını, 10 suhufu 10 sözlü emiri, 10 prensipten bahsettiğini düşünmek kendi zamanına daha uygun düştüğünü düşünüyorum [12] Zebur, her şehrin kapısına ya da meydanına konulan, taş bir levhaya oyulmuş o toplumdaki kanunları veya üzerinde anlaşılan ortak metni yani kitabı duyuran bildiridir. [14] Bir yerde yol keser, mesela bir bankacıdan 50 TL’yi bıçakla alırsanız gasp ve hırsızlıktan yargılanır uzun süre hapiste yatarsınız. Aynı bankacı sizin hesabınızdan, kredi kartınızdan ya da telefonunuzdan aynı miktarı alırsa buna hırsızlık diyemezsiniz, suç duyurusunda bulunamazsınız. [15] 151. De ki Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız. 152. Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla yaklaşın; ölçü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun, Allah'a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti. 153. Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti. 154. Sonra iyilik edenlere nimetimizi tamamlamak, her şeyi açıklamak, hidayete erdirmek ve rahmet etmek maksadıyla Musa'ya da Kitab'ı Tevrat'ı verdik. Umulur ki, Rablerinin huzuruna varacaklarına iman ederler. 155. İşte bu Kur'an, bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Buna uyun ve Allah'tan korkun ki size merhamet edilsin. 156. "Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa hıristiyanlara ve yahudilere indirildi, biz ise onların okumasından gerçekten habersizdik" demeyesiniz diye; [16] İsra suresi 23-39 da sayılan emirler Müslümanlarca on emir olarak bilinen Musa’ya verilen kitaptır. Enam Suresi 20 ayette “Daha önce kitap verdiklerimiz, bunu, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar; ama onlar arasından kendilerine yazık edenler var ya, işte onlardır inanmayı reddedenler.” Ayetini hatırlamak gerekir. Tora’da Hz Nuh, Hz İbrahim, Hz Lut, Hz Eyyup, Hz Suleyman gibi peygamberler ciddi ahlaki zaafları olan sarhoş, zinakar, faizci ve hatta kendi kızları ile ilişki kuran şahıslar olarak tanıtılır. Tora’daki peygamberlere bakıp Kur’an’da ki peygamberleri tanımak mümkün değildir. Onların tanıyacakları, hala Kur’an’ın ve Tevrat’ın sayfaları arasından seslenmeye devam eden ancak sesi işitilmeyen Musa’ya verilmiş kitabdır. On Emir Bizimde, İncil’de İbrahim’in sözleri 17/8-10 vahyi bölümündeki “Ezeli olan, Kadir olan, Kuddüs olan, El mutlak , El Melik olan Allah. Kendi kendine olan çürümeyen, tertemiz, doğurmamış, lekesiz, ölümsüz, kendi başına kusursuz, kendini tasarlamış olan, anası babası olmayan , yaratılmamamış….” Veya Eski ahitteki II -687” O efendi Rab olandır. O kadir olan Allah’tır. Kaynağı origin olmayan ve meliki olmayan tek O’dur. Her sebepten ve kaynaktan daha büyüktür; gerçekten yalnızca bir olan, yalnızca hakim olan O’dur. Yalnızca en yüce olan da O’dur…” sözlerinde İhlas Suresini tanıdığımız gibi. Alıntılar, Mehmet Paçacı’nın Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz kitabından alıntılanmıştır. [17] 22- Ancak namaz kılanlar hariç; 23- Ki onlar, namazlarında süreklidirler. 24- Ve onların mallarında belirli bir hak vardır 25- Yoksul ve yoksun olanlariçin. 26- Onlar, din gününü tasdik etmektedirler. 27- Rablerinin azabına karşı daimi bir korku duymaktadırlar. 28- Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz. 29- Ve onlar, ırzlarını ferç korurlar; 30- Ancak kendi eşleri ya da sağ ellerinin malik olduğu başka; çünkü onlar bunlardan dolayı kınanmazlar. 31- Fakat bunun ötesini arayanlar, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir. 32- Bir de Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde harfiyyen riayet edenlerdir. 33- Şahidliklerinde dosdoğru davrananlardır. 34- Namazlarını titizlikle koruyanlardır. 35- İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır. [18] 1. Mü'minler gerçekten felah bulmuştur; 2. Onlar namazlarında hûşû içinde olanlardır; 3. Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir; 4. Onlar, zekata ilişkin söz ve görevlerini mutlaka yerine getirenlerdir; 5. Ve onlar ırzlarını koruyanlardır; 6. Ancak eşleri ya da sağ ellerinin sahip olduklarına karşı tutumları hariç; bu konuda kınanmış değillerdir. 7. Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir. 8. Yine Onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir. 9. Onlar, namazlarını da titizlikle koruyanlardır. 10. İşte yeryüzünün hakimiyetine ve ahiretin nimetlerine varis olacak onlardır. [19] Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. Bakara 177 [20] "Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarımın isyankâr olmalarından korkuyorum. karım ise kısırdır. Bana kendi tarafından; bana ve Yakub hanedanına varis olacak bir çocuk bağışla ve onu hoşnutluğuna ulaşmış bir kimse kıl!"……………………… "Ey Yahya! Kitab'a Tevrat'a var gücünle sarıl!" e henüz sabi iken ona ilim ve hikmet verdik Ek olarak katımızdan bir şefkat ve dürüstlük... Erdemli birisiydi. Ana babasına karşı iyi davranırdı, asla bir zorba ve isyankâr olmadı. Meryem 12-14 …………… “Çocuk şöyle dedi "Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab'ı verdi ve beni peygamber yaptı." 31. "Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti." 32. "Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı." Meryem 10-32 [21] Dîne âit hükümlerden, Nûh'a tavsiye ettiğini ve sana vahyettiklerimizi ve İbrâhîm'e, Mûsâ ve İsâ'ya tavsiye ettiklerimizi, size de gidilecek yol olarak bildirdi, açıkladı; dîne yapışın ve o hususta hiçbir ayrılığa düşmeyin. Onları, inanmaya çağırdığın şey, müşriklere pek büyük, pek ağır gelmede. Allah, dilediğini kendisine seçer ve kim, ona dönerse doğru yolu gösterir ona. [22] Din/ Ahiret gününü yalanlayanı gördün mü? İşte o var ya, odur yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya ön ayak olmayan. Veyl olsun/yazıklar olsun o salat/ibadet ettiğini sanan böylelerine ki,bunlar ibadetlerini ciddiye almıyorlar. Küçücük bir yardımı bile esirgedikleri halde, kalkıp birde dindarlık gösterisinde bulunuyorlar. Maun Suresi [23] “Vaktiyle hor görülen/güçsüz bırakılan insanları ise kutlu kıldığımız ülkenin doğu ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Ve Rabbinizin İsrailoğullarına verdiği söz, onların darlıkta gösterdikleri sabrın karşılığı olarak işte böylece gerçekleşmiş oldu;….” Araf 137 [24] İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki "Ey Musa, onların ilahları var; onların ki gibi, sen de bize bir ilah yap." O "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi.A'RAF/138 [25] “Yahûdiler ve Nasrânîler, biz Allah'ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz dediler…..” Maide 18 [26] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. Bunlar Şu değersiz olan dünyaın geçici-yararını alıyor ve "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı okudular. Allah'tan Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdirmeyecek misiniz? Araf 169 [27] “Ve ardından ilahi kitabın mirasçısı oldukları halde bu değersiz dünyanın geçici tatlarına sarılan yeni kuşaklar aldı onların yerini; ve Nasıl olsa sonunda affedileceğiz diyerek karşılarına çıkan bu kabil geçici şeylere sarılan günahkar kimseler olup çıktılar. Oysa, onlardan Allaha yalnızca doğru ve gerçek olanı isnat edeceklerine dair ilahi kitap üzerine söz alınmamış mıydı? Onda yazılı olanı tekrar tekrar okumamışlar mıydı? Allaha karşı sorumluluk bilinci duyan herkes için iki hayattan en iyisi, en üstünü ahiret hayatı olduğuna göre artık aklınızı kullanmayacak mısınız?” Araf 169 1- Ha, Apaçık Kitab'a andolsun Düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur'an O, katımızda bulunan ana kitabdadır. Şanı yücedir, hikmetle Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur an la uyarmaktan vaz mı geçelim?Sure, "Ha, Mim" harfleri ile başlıyor. Sonra "Apaçık kitaba andolsun" cümleleri buna bağlanıyor... Yüce Allah apaçık kitaba yemin ettiği gibi Ha, Mim'e de yemin ediyor. Çünkü "Ha, Mim " apaçık kitapla aynı türdendir. Ya da apaçık kitap "Ha, Mim"in türündendir. Çünkü bu açık ve anlaşılır kitap sözlü yapısı açısından bu iki harfin de aralarında yeraldığı harflerden oluşmuştur. İnsanların konuşurken kullandığı diğer bütün harfler gibi bu iki harf te yüce yaratıcısının ayetlerinden bir ayettir. İnsanı bu olağanüstü şekilde yaratan ve ona bu tür seslerle düşüncesini açıklama yeteneğini veren yüce Allah m bir mucizesidir. Kur'an'dan sözedilirken bu harflerden de sözedilmesi çok işaretler, çok anlamlar ifade Allah, bu Kur'an'ı Araplara bu şekilde göndermesindeki maksat üzerine "Ha Mim"e ve apaçık kitaba yemin ediyor "Düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur'an yaptıkŞu halde gaye konuştukları ve anladıkları kendi dilleriyle inen bu kitabla karşılaştıkları zaman etraflıca düşünmeleridir. Kur'an-ı Kerim, Allah tarafından Arapça diliyle bu şekilde Allah tarafından vahyedilmiştir. Çünkü Şura suresinde bir ölüde değindiğimiz bir hikmetten dolayı yüce Allah Arap milletini bu mesajı, bu dini omuzlamak üzere seçmiştir. Arap milleti ve Arap dili bu dini taşıyıp diğer milletlere aktarmaya elverişliydi. Allah peygamberlik görevini kime vereceği ve bu peygamberi hangi bölgeden seçeceğini herkesten iyi yüce Allah bu Kur'an'ın kendi katındaki saygın yerini, ezeli ve kalıcı ölçüsündeki değerini açıklıyor"O, katımızda bulunan ana kitaptadır. Şam yücedir, hikmetle doludur.. "Ayette geçen "ana kitap" deyiminin sözlü anlamını araştırma yönüne gitmeyeceğiz. Nedir ana kitap? Allah katında korunan Levh-i mahfuz mudur Yoksa Allah'ın ezeli ilmi midir? Bunların ikisinin de zihnimizde belirlenmiş, sınırlandırılmış bir anlamları yoktur. Sadece geçerliliği genel olan, gerçeği düşünmemiz için yardımcı olan bir kavramı algılıyoruz onlardan. Dolayısıyle "O, katımızda bulunan ana kitaptadır. Şanı yücedir, hikmetle doludur" ayetini okuduğumuz zaman Kur'an-ı Kerim'in yüce Allah'ın ilminde ve ölçüsünde sahip bulunduğu kalıcı ve değişmez değerini anlıyoruz. Buda bizim için yeterlidir. Buna göre bu Kur'an'ın " anı yücedir" "hikmetle doludur." Bu iki sıfat Kur'an'a bir tür akıl, sahibi canlılık özelliğini veriyor. Gerçekte Kur'an öyledir de. Sanki Kur'an'da bir ruh vardır. Kendisine dokunan ruhlara karşılık veren, kendine özgü çizgileri ve özellikleri bulunan bir ruh. İşte Kur'an bu yüceliği ile, bu hikmetliliği ile insanlığın önüne geçiyor, onlara yol göstericilik yapıyor, yapısı ve özellikleri doğrultusunda onlara öncülük ediyor. insanlığın hayatında ve zihninde bu değerleri, düşünceleri ve gerçekleri meydana getiriyor. Bunlar da O'nun "şanı yücedir..."" hikmetle doludur" sıfatları ile nitelendirilmesini gerçeğin bu şekilde vurgulanması, Kur'an'ın kendi dilleri ile inmiş bulunduğu Arap milletinin yüce Allah'ın kendilerine yönelik büyük lütfunun değerini anlamaları yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetin bilincine varmaları için yeterli bir nedendir. Bu aynı zamanda Kur'an'dan yüz çevirdiklerinde, onu küçümsediklerinde, ne büyük oranda ölçüleri çiğneyeceklerini dolayısıyla değersiz bir toplum gibi bir köşeye atılmayı, ilgisiz bırakılmayı hakkedeceklerini ortaya koyuyor. Bu yüzden onlara ve bu çirkin davranışlarına karşı çıkılıyor, bu şekilde ölçüleri çiğnemenin cezası olarak terk edilmekle, bir köşede ilgisiz bırakılmakla tehdit ediliyorlar."Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur'an'la uyarmaktan vaz mı geçelim?"Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın -büyüklüğüne, yüceliğine ve buna ihtiyacı ol-mamasına rağmen- insanlık alemi içinde bu topluma önem vermesi, kendi dilleri ile bir kitap indirmesi, onlara kendi iç alemlerini anlatması, hayatlarının girift yönlerini ortaya koyması, onlara doğru yolu göstermesi, önceki toplumların hayat hikayelerini anlatması, yüce Allah'ın geçmiş toplumlara uyguladığı değişmez yasadan sözetmesi, buna rağmen onların buna ilgi duymamaları, burun kıvırmaları çok ilginçtir ve ilginç olmaya devam çirkin savurganlıklarının cezası olarak yüce Allah'ın gözetiminden ve hesabından uzak bulundurulabileceklerinin, ilgisiz bırakılabileceklerinin ima edilmesi onlara yönelik üstü kapalı bir tehdidin yanında, peygamberlerin gönderilmelerinden sonra onları yalanlayan toplumlara uygulanan Allah'ın yasası hatırlatılıyor 6- Biz, sizden önce gelenlere nice peygamberler Onlar, kendilerine gelen Her peygamberi mutlaka alaya Bizde bunlardan daha güçlü oları o kavimleri helak ettik. Öncekilere dair nice misaller toplumunun en tuhaf özelliği, Allah'ın varlığını, gökleri ve yeri O'nun yarattığını kabul etmeleri, ancak, Allah'ın bir olduğuna inanmak ve sadece O'na yönelmek gibi bu kabullenişin doğal sonuçlarına inanmamalarıydı. Allah'a bir-takım düzmece ilâhı ortak koşmaları ve yüce Allah'ın yarattığı bazı hayvanları bu düzmece ilâhlara özgü kılmalarıydı. Öte yandan meleklerin Allah'ın kızları olduklarını ileri sürüyor ve Allah'ı bir yana bırakarak melekler adına diktikleri heykellere ibadet Kur'an-ı Kerim onların kabullendikleri gerçeği sunuyor ve bu gerçeğin kaçınılmaz sonuçlarını ortaya koyuyor. Böylece onları bir kenara bıraktıkları öz yaratılışın mantığı ile karşı karşıya getiriyor. Yüce Allah'ın kendilerinin yararı için yarattığı gemi ve hayvanlar gibi nimetler karşısında takınılması gereken zorunlu tavra dikkatlerini çekiyor. Sonra meleklere ilişkin iddiaları üzerine onların mantıklarının kullanarak onlarla tartışıyor 9- Andolsun onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan elbette "Onları, çok üstün, çok bilen Allah yarattı" O; size yeri beşik kılan ve doğru gitmeniz için yeryüzünde size yollar Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O'dur. Biz onunla kupkuru ölü bir memlekete hayat verdik. İşte böyle sizde tekrar -Hz. İbrahim'in Allah'ın birliği esasına dayalı dininin değişmiş, tahrif edilmiş ve çeşitli efsanelere bulaşmış kalıntısı olduğunu sandığımız- bir inanç sistemleri vardır. Bu inanç sisteminde, bu evrenin bir yaratıcısının olması ve bu yaratıcının da yüce Allah olması gibi insanın öz yaratılışının inkar edemediği gerçekler vardı. Çünkü insanın öz yaratılışının yalın ve net mantığına göre bu evrenin bir yaratıcısı olmadan bu şekilde meydana gelmiş olması, yine Allah'tan başka birinin bu evreni yaratmış olması mümkün değildir. Ne var ki Araplar, insanın öz yaratılışının en yalın şekliyle kabul ettiği bu gerçeğin dış görünüşüne inanmakla yetiniyorlardı, bu inancın doğal sonuçlarını kabul etmiyorlardı."Andolsun onlara `Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsun elbette `Onları, çok üstün, çok bilen Allah yarattı' diyeceklerdir'Ayetin orjinalinde geçen "Allah çok üstündür ve bilendir" anlamına gelen "el -Aziz" ve "el-Alim" sıfatlarının onların sözleri olmadığı açıktır. Çünkü onlar gökleri ve yeri yaratanın "Allah" olduğunu kabul ediyorlardı ama islamın gösterdiği Allah'ın sıfatlarım bilmiyorlardı. İslamın öğrettiği bu aktivite içerikli sıfatlar yüce Allah'ın hem onların içlerinde, hem hayatlarında, hem evrenin hayatında aktif bir etkisinin olmasını sağlamıştır. Onlar Allah'ı bu evrenin, dolayısıyle kendilerinin yaratıcısı olarak biliyorlardı. Ne var ki yine onlar Allah'ı bir yana bırakarak birtakım düzmece tanrılar ediniyorlardı. Çünkü onlar yüce Allah'ı şirk düşüncesini ortadan kaldıran sıfatları ile bilmiyorlardı. Bu yüzden kendi kendileri ilé aptalca bir tutarsızlık içine Kur'an-ı Kerim, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu kabul ettikleri yüce Allah'ın "üstün" ve "bilen" olduğunu onlara öğretiyor. Onun güçlü, dilediğini yapabilen, herşeyi bilen, herşeyden haberdar biri olduğunu gösteriyor. Yani Kur'an-ı Kerim önce onların kabul ettikleri gerçeği dile getiriyor, sonra bu kabullenmenin ardından gelmesi zorunlu olan adımı Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ı sıfatlan ile tanıtmak ve yaratılıştan ve doğumdan sonra insanlara lütfettiği nimetleri açıklamak amacı ile onlara bir diğer adım attırıyor"O, size yeri beşik kılan ve doğru gitmeniz için yeryüzünde size yollar gösterendir."Yeryüzünün insanlar için beşik kılınması gerçeğini her kuşaktan akıllar değişik biçimde algılar. Bu Kur'an'la ilk önce muhatap olanlar belkide yeryüzünün beşik kılınması gerçeğini yeryüzünün ayaklarının altında yürümeye, önlerinde ekip biçmeye, kısacası yaşayıp gelişmeye elverişli oluşu şeklinde algılamışlardı. Ama bugün bizler -şayet teorilerimiz ve değerlendirmelerimiz doğru ise yeryüzünün yapısına ve uzak yakın tarihine ilişkin bilgilerimizin düzeyi ölçüsünde bu gerçeği daha geniş boyutlu ve daha derin algılıyoruz. Bizden sonra gelecek olan kuşaklar da bu gerçeğe ilişkin olarak bizim algılayamadığımız şeyleri algılayacaklar. Dolayısıyle bu ayetin ifade ettiği anlamın boyutları daha fazla genişleyecek, daha fazla derinleşecektir. İnsanların deneyimleri ve bilgi düzeyleri arttıkça yeni ufuklar açılacak, mesele yeni boyutlar kazanacaktır, insanın önünde bilinmezliklerin kapısı bizler, yeryüzünün insan türünün yaşama imkanı bulacağı bir beşik kılınması gerçeğine ilişkin olarak bu gezegenin ardarda çeşitli evrelerden geçtiğini sonuçta insanların yaşamasına elverişli bir beşik haline geldiğini biliyoruz. Bu evreler sürecinde yeryüzünün sert, kuru kayalık yüzeyi tarıma elverişli bir toprağa dönüşmüştür. Hidrojen ve oksijenin birleşmesi ile yeryüzünde su meydana gelmiştir. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ile, ısısını dengeleyecek, yaşamaya elverişli olmasını sağlayacak günler oluşmuştur. Dönüş hızı da üzerindeki canlı ve cansız varlıkların dengede durmasına, dağılıp saçılmamasına, uzay boşluğuna uçmamasına elverişli bir hal bir gerçeğe ilişkin olarak yüce Allah'ın bu gezegene çekim gücü gibi bazı özellikler verdiğini biliyoruz. Bu sayede yaşamaya elverişli bir hava tabakası korunmuştur. Şayet bu gezegeni saran hava tabakası gezegenin çekim gücünden kurtulacak olursa yüzeyinde hayatı sürdürmek mümkün olmayacaktır. Nitekim çekim gücü yeterli olan, dolayısıyle çevrelerindeki hava tabakası dağılan ay gibi bazı gezegenlerde hayat yoktur. Yüce yaratıcı bizzat bu çekim gücünü yine yeryüzünün hareketinden kaynaklanan itim gücünü dengeleyici bir unsur olarak varetmiştir. Böylece canlı ve cansız varlıklar dağılmaktan, boşluğa uçmaktan korunmuşlardır. Bu denge unsuru insanların ve diğer canlıların yeryüzünde hareket etmelerine de imkan hazırlamıştır. Şayet dünyanın çekim gücü olması gereken düzeyden fazla olsaydı canlı ve cansız varlıklar yere yapışacaklardı, hareket etmeleri imkansızlaşacaktı veya zorlaşacaktı. Öte yandan dünyaya yönelik hava basıncı da artacaktı. Bu da insanların yere yapışmalarına neden olacaktı. Veya zaman zaman bizim sinekleri, böcekleri elimiz değmeden üzerlerine basıncı yoğunlaştıran bir darbe ile ezdiğimiz gibi bu durumda hava basıncı tüm canlıları ezecekti. Eğer dünya üzerindeki hava basıncı şimdiki düzeyinden biraz daha hafiflese, o zaman göğüsler ve damarlar patlayacak içindekileri dışarı şekilde yeryüzünün beşik kılınması ve içinde yaşamaya elverişli imkanların bulunması gerçeğine ilişkin olarak, herşeyden üstün ve herşeyi bilen yüce yaratıcının şu yeryüzüne birbiriyle uyuşan çeşitli faktörler bahşettiğini biliyoruz. Bunlar hep birlikte insanın varolmasına, hayatını sürdürmesine yardımcı oluyorlar. Eğer bu faktörlerden biri ortadan kalkacak olursa insanın yaşaması imkansız hale gelecek veya zorlaşacaktır. Sözünü ettiğimiz bu uyumlu faktörlerden biri, yeryüzünde okyanuslardan ve denizlerden oluşan büyük su kitlesinin, yeryüzünde gerçekleşen çok sayıdaki kimyasal reaksiyonlar sonucu açığa çıkan gazları emecek nitelik olması, dolayısıyle dünyanın atmosferini sürekli canlıların yaşamasına elverişli durumda tutmasıdır. Yine bu uyumlu faktörlerden biri, bitkilerin, canlıların yaşamak için solunum yoluyla içlerine çektikleri oksijen ile bitkilerin gerçekleştirdikleri fotosentez olayı sonucu dışarıya verdikleri oksijeni dengeleyici bir rol üstlenmeleridir. Eğer bu denge olmasaydı, bir süre sonra canlılar böyle... "O, size yeri beşik kılan ve doğru gitmeniz için yeryüzünde size yollar gösterendir" gerçeğinin ifade ettiği birçok anlamı gün geçtikçe görme imkanına kavuşuyoruz. Ve bunlar ilk kez bu Kur'an'la muhatap olanların algıladıkları anlamlara ekleniyorlar. Hiç kuşkusuz bunların tümü gökleri ve yeri yaratan üstün iradeli ve herşeyi bilen yüce Allah'ın gücüne ve bilgisine tanıklık etmektedir. Nereye bakarsa baksın, neyi düşünürse düşünsün insan kalbine herşeye gücü yeten, herşeyi yönlendiren ilahi eli göstermektedir. Boşuna yaratılmadığını, başıboş bırakılmadığını, bu ilahi elin kendisini tuttuğunu, adımlarını attırdığını, dünya hayatında, bu hayattan tince ve sonra attığı her adımı onun yönlendirdiğini düşünmesini sağlıyor."doğru gitmeniz için.." Çünkü bu evrenin planı ve evrene egemen olan birbiriyle uyumlu yasalar sistemi insan kalbinin bu evrenin yaratıcısı ve evrendeki bu ince ve akıllara durgunluk veren düzenin kurucusu yüce Allah'a doğru yol almasının VE HAYATArdından surenin akışı, yeryüzünün insanın yaşamasına elverişli hale getirilişinden ve yeryüzünde yaşam sürdürmek için gerekli imkanların hazırlanmasından sonra ortaya çıkan hayat ve canlılar alanında onlara bir başka adım attırıyor."Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O'dur. Biz onunla kupkuru ölü bir memlekete hayat verdik. İşte böyle sizde böyle tekrar diriltileceksiniz."Gökten inen suyu herkes biliyor, herkes görüyor. Ne var ki çoğu insan, uzun süre alışmış olmaktan, sık sık tekrarlanmaktan dolayı bu hayret verici olayı, ürpermeden, uyanmadan bakıp gidiyor. Fakat Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- gökten inen suyun damlalarını sevgiyle, sevinçle, coşkuyla, mutlulukla karşılardı. Çünkü bu damlalar ona Allah'ın katından geliyorlardı. Çünkü onun diri kalbi, bu yağmur damlaları içinde yüce Allah'ın canlı sanatını algılıyordu, onun harikalar yaratan elini görüyordu. Zaten Allah'a bağlı olan ve Allah'ın varlık alemine egemen kıldığı yasalar sistemi ile iletişim kuran bir kalp bu olayı bu şekilde algılamalıdır. Çünkü o da bu evrende yürürlükte olan yasalar sisteminin bir ürünüdür. Yüce Allah'ın gözü her an bu yasaların üzerindedir, her seferinde ve her damlasında Allah'ın eli işin içindedir. Gökten inen suyun aslının yeryüzünden yükselen ve gökyüzünde yoğunlaşan buharın olması bu gerçeğin etkisini yoketmez, sıcaklığını kaybettirmez. Şu yeryüzünü yaratan kimdir? Kim yeryüzünde suyu varetmiştir? Sıcaklığı yeryüzüne yansıtan kimdir? Suya sıcaklığın etkisiyle buharlaşma özelliğini kim vermiştir? Buhara yükselme ve uzayda yoğunlaşma yeteneğini kim bahşetmiştir? Şu evrene, yoğunlaşan buharın elektrikle yüklenmesini, bu elektriklerin sürtüşüp ayrılmalarım dolayısıyle yağmurun yağmasını sağlayan diğer özellikleri kim yerleştirmiştir? Sonra nedir bu elektrik? Elbirliği ile suyun yağmasını sağlayan şu özellikler, şu sırlar nedir? Bu konularda elde edilen bilgiler şu dehşet verici evrenin mesajını algılamamızı önleyen bir perdeye dönüşmüştür. Oysa bu bilgi sayesinde daha duyarlı hale gelmeliydik, kalbimiz daha çok incelmeliydi."Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O'dur."Buna göre yağmur, bir ölçüye, bir plana göre yağıyor. Ne bütün canlıları boğacak kadar çok, ne de toprağı kurutacak, dolayısıyle hayatı zorlaştıracak kadar az... Biz akıllara durgunluk veren bu dengeyi, bu uyumu bizzat gözlemleyebiliyoruz ve bugün yüce Allah'ın dilediği şekilde hayatın ortaya çıkıp süreklilik kazanması için bunun ne kadar zorunlu olduğunu anlıyoruz."Biz onunla kupkuru ölü bir memlekete hayat verdik."Canlıların yaratılışı ve hayatın ortaya çıkışı suya bağlıdır. Çünkü her canlı varlık canlılığını suya borçludur."Siz de böyle tekrar diriltileceksiniz'Çünkü hayatı ilk kez meydana getiren, aynı şekilde bu işlemi tekrarlayacaktır. ilk kez ölü topraktan canlı varlıklar çıkaran yüce Allah kıyamet günü tekrar bu canlıları topraktan çıkaracaktır. Çünkü bir şeyi tekrar yapmak ta ilk kez yapmak gibidir. Yüce Allah'a göre bunun zor bir tarafı bir kısmını Allah'a bir kısmını da Allah'tan başkasına ayırdıkları şu hayvanlar, yüce Allah'ın insanlara yönelik bir nimeti olsun, insanlar gemilere bindikleri gibi onlara da binsinler, böyle bir nimeti hizmetlerine sunduğu için Allah'a şükretsinler ve nimetine gereği gibi karşılık versinler diye yaratılmışlardır 12- Bütün çiftleri Allah yarattı, size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var Böylece onların sırtına binip, üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini anarak "Bunu bizim hizmetimize veren Allah'ın şanı yücedir, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik" demeniz "Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz" ayette de işaret edildiği gibi hayatın temeli canlıların çifter çifter yaratılmış olmasıdır. Çünkü bütün canlılar çifttir. Hatta ilk önce yaratılan tek hücre hem erkeklik hem de dişilik özelliklerine sahipti. Daha doğrusu, şayet şu ana kadarki tabii bilimler alanındaki araştırmaların işaret ettiği gibi negatif elektron ile pozitif protondan meydana gelen atomu evrenin temeli kabul edecek olursak, sadece canlıların değil tüm evrenin temelinin çift unsurdan oluştuğunu halukârda çift olma durumu hayat mekanizmasında son derece belirgindir. Gerek insandan, gerekse diğer canlılardan tüm çiftleri yüce Allah yaratmıştır."Size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti."Surenin akışı burada insanlara yüce Allah'ın kendilerini yeryüzüne halife tayin etmekle, bu amaçla hizmetlerine çeşitli güç ve enerji kaynaklarını vermekle ne büyük bir lütufta bulunduğunu hatırlatıyor. Sonra, bu nimete ve bu seçime karşılık bir şükür ifadesi olarak takınılması zorunlu olan edep tavrına dikkatlerini çekiyor. Hayat alanındaki her harekette kalplerin yüce Allah a bağlı kalması için nimetle karşılaştıkları her anda bu nimeti vereni hatırlamalarını sağlıyor"Böylece onların sırtına binip, üzerlerine yerleşince, Rabbinizin nimetini anarak `Bunu bizim hizmetimize veren Allah'ın şanı yücedir, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik' demeniz içindir." Biz yüce Allah'ın bize yönelik nimetine benzeri bir nimetle karşılık veremeyiz. Bu nimetlere karşılık olarak şükretmekten başka bir şey gelmez yanısıra bir de, insanların çeşitli nimetlerle donatıldıkları, bu amaçla birçok güç ve enerji kaynaklarını kullanabildikleri halifelik görevi esnasında sergiledikleri davranışların, eylemlerin karşılığını almak üzere bu halifelik görevinden sonra tekrar Rabb'lerine döneceklerini hatırlamaları da güdülen amaçlardan biridir"Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz' deyin'Nimetleri bahşeden yüce Allah hakkında takınılması zorunlu olan edep tavrı budur. Bize bahşettiği herhangi bir nimetinden yararlandığımızda onu hatırlamamız için yüce Allah buna dikkatimizi çekiyor. Oysa biz bu sayısız nimetler arasına dalıp dilediğimiz gibi yararlanıyoruz ama nimetleri vereni unutuyoruz ..Bu meseleye ilişkin olarak islamın öngördüğü edep tavrı, halkın terbiyesi ile, vicdanın canlandırılması ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Çünkü bu, sadece hayvanların sırtına, gemileri üzerlerine kurulmakla bir anda gelip kaybolan geleneksel bir ifadedir. Sadece dille söylenen ama kalpte gerçekliği bulunmayan kuru bir söz de değildir. Bu, yüce Allah'ı gerçek anlamda hissetmek, onunla kulları arasındaki bağın gerçek mahiyetini kavramak, insanı kuşatan her şeyde, yüce Allah'ın karşılıksız olarak, sırf onlara yönelik lütfunun, bağışının bir belirtisi olarak hizmetlerine sunduğu herşeyde onun elini hissetmek için duyguların canlanması amacına yönelik bir uyarıdır. Çünkü insanlar, yüce Allah'ın kendilerine yönelik lütfuna hiçbir şekilde karşılık veremezler. Bir de, kalplerin sürekli sonunda Allah'ın huzurunda hesap vereceklerinin ürpertisi içinde olmaları amaçlanmaktadır. Bütün duygular, insan kalbinin sürekli uyanık kalmasının, duyarlı olmasının, Allah'ın gözetimini bir an bile unutmamasının, unutkanlık, gaflet ve hareketsizlik sonucu duyarsızlaşmamasının, donuklaşmamasının HAKKINDA İFTİRALARBunun ardından surenin akışı, Allah'ın kulları oldukları halde, Allah'ın kızlarıdır iddiası ile tanrılar edinilen, ibadet sunulan meleklere ilişkin efsaneyi ele alıyor 15- Böyle iken kafirler Allah'a çocuk isnad ettiler. İnsan gerçekten apaçık nankördür, gerçeği inkar Demek Allah, yarattıkları arasından kızları kendisine alıp da oğulları size verdi öyle mi?17- Fakat Rahman olan Allah'a isnad ettiği kız evlat kendilerinden biri-ne müjdelenince, o kimsenin yüzü simsiyah kesilir, öfkesinden yutkunup Demek süs içinde yetiştirilerek mücadele gücü olmayanı mı Allah'a isnad ediyorsunuz?19- Onlar Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışını mı gördüler? Onların bu şahidlikleri yazılacak ve sorguya Ve dediler ki "Rahman dileseydi biz onlara tapmazdık' Onlarınbu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar asılsız tahminlere dayanarak Yoksa bundan önce onlara bir kitab verdik de ona mı sarılıyorlar?22- Hayır! Sadece "Biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz" Kerim bu asılsız efsaneyi ablukaya alıyor, onların içlerinde her yönden saldırıya geçerek amansız bir mücadeleye girişiyor. Onların bütün çıkış yollarını kapatıyor, kaçacak delik bırakmıyor. Bu operasyon sırasında baştan sona onların mantıkları ile, onların kaçınılmaz kabul ettikleri bulguları ile ve onların pratik hayatları ile onlara karşı koyuyor. Bunun yanısıra daha önce geçmiş milletler arasında kendileri gibi tavır takınan, kendi sözlerine benzer sözler söyleyen toplumların akıbetlerine de dikkatlerini çekerek cürümlerinin büyüklüğünü gözlerinin önüne Kerim en başta bu efsanenin saçmalığını, tutarsızlığını ve bu tür sözlerdeki açık küfrü vurgulayarak konuya giriyor"Böyle iken kafirler Allah'a çocuk isnad ettiler. İnsan gerçekten apaçık nankördür, gerçeği inkar eder."Melekler Allah'ın kullarıdır. Onları Allah'ın kızları olarak nitelendirmek onları kulluk sıfatından soyutlayıp Allah'a yakın bir konuma oturtmak anlamına gelir. Oysa melekler de herkes gibi kuldurlar. Rabb'leri, yaratıcıları olan yüce Allah'la ilişkilerinde kulluğun dışında bir sıfatla nitelendirilmelerinin hiç bir gerekçesi yoktur. Yüce Allah'ın yarattığı herkes kuldur ve sadece Allah'a kulluk sunabilirler. Bir insanın böyle bir iddiada bulunması hiçbir şüpheye yer bırak-mayan apaçık bir küfürle damgalanmasına neden olur "İnsan gerçekten nankördür, gerçeği inkar eder."Sonra Kur'an-ı Kerim onların mantıklarını ve geleneklerini kanıt olarak ileri sürüyor. Bu amaçla, melekleri kız olarak nitelendirip sonra da onları Allah'a vermelerindeki saçmalığı alaycı bir ifadeyle ortaya koyuyor"Demek Allah, yarattıkları arasından kızları kendisine alıp ta oğulları size verdi öyle mi?"Madem ki yüce Allah evlad edinmiştir, niye kızları kendisine, oğulları da onlara ayırmıştır? Kendileri kızlarının olmasından hoşlanmazken, böyle bir durumda üzülürken Allah'ın kızlarının olduğunu ileri sürmeleri doğru mudur?"Fakat Rahman olan Allah'a isnad ettiği kız evlat kendilerinden birine müjdelenince, o kimsenin yüzü simsiyah kesilir, öfkesinden yutkunup durur." Kendilerine müjdelendiği zaman öfkelendikleri bir şeyi Allah'a nisbet etmemek takınılması gereken zorunlu bir edep tavrı değil miydi? Uygun olanı bu değil miydi? Oysa onlardan birine kız evladın oldu diye haber verildiği zaman, öfkesinden yüzü simsiyah kesilir. Öfkeleri yüzlerinden okunur. Kızar, kız çocuğunun olduğunu gizlemeye çalışırlar. Kızgınlıktan parçalanacak gibi olurlar. Şu halde süs içinde, nazla, şefkatle büyüyen kızları Allah'a nispet etmeleri yakışık alıyor mu? Edep tavrına uyuyor mu? Bilindiği gibi kızlar kavgaya, savaşmaya güç yetiremezlerdi. Fakat onlar toplum olarak savaşçılardan ve söz ustalarından hoşlanırlardı. Kur'an-ı Kerim onları kendi mantıklarını kullanarak suçüstü yakalıyor. Nefret ettikleri şeyleri yüceltip Allah'a dayandırmalarından dolayı onları utandırıyor. Mutlaka böyle bir şey yapmak zorundaydılarsa hoşlandıkları, sevindikleri şeyleri seçip Rabb'lerine dayandırsalardı Kur'an-ı Kerim onları ve asılsız efsanelerini bir başka açıdan kuşatıyor. Onlar meleklerin dişi olduklarını ileri sürüyorlardı. Peki bu iddiaları neye dayanıyordu?"Onlar Rahman'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaradılışını mı gördüler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekilecekler."Acaba meleklerin yaratılışını mı gördüler? Meleklerin yaratılıyı seyrederken onların dişi olduklarını mı öğrendiler? Çünkü görmek bir kanıttır, bir iddia sahibinin dayanabileceği bir delildir. Fakat onlar meleklerin yaratılışını gördüklerini iddia edemezlerdi. Buna rağmen meleklerin dişi olduklarına tanıklık ediyor, böyle bir iddiada bulunuyorlardı. Şu halde gözleriyle görmedikleri bir olayda tanıklık etmenin sonuçlarına katlanmalıydılar "Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir."Ardından surenin akışı onların iftiralarını ortaya koymaya devam ediyor ve bu amaçla ileri sürdükleri bahaneleri, bu olay çevresinde çıkardıkları tartışmaları dikkatlere sunuyor"Ve dediler ki, `Rahman dileseydi biz onlara tapmazdık Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar asılsız tahminlere dayanarak konuşuyorlar."Dört yandan çürütülmez kanıtlarla kuşatılınca bu sefer kaçmaya kalkışıyorlar. Bütün efsaneler yıkılıyor. Bu sefer sorumluluğu Allah'ın iradesine yıkıyorlar. Yüce Allah'ın, kendilerinin meleklere ibadet etmelerinden hoşnut olduğunu, ileri sürüyorlar. Aksi taktirde meleklere kulluk sunmalarına imkan vermeyeceğini, kesinlikle onları bu eylemden alıkoyacağını iddia kuşkusuz bu söz, gerçeği çarpıtmanın ifadesidir. çünkü varlıklar aleminde meydana gelen herşey yüce Allah'ın iradesi doğrultusunda meydana geliyor. Bu doğrudur. Ne var ki, insanın doğru yolu ve sapıklığı seçme gücüne ve yetkisine sahip olması da yüce Allah'ın iradesinin gereğidir. Yüce Allah'ın iradesi insanın doğru yolu veya sapıklığı seçebilme yeteneğine sahip olarak yaratılmasını öngörmüşse de insanın doğru yolu seçmesini emretmiş ve bu yöndeki hoşnutluğunu ifade etmiştir. Öte yandan küfürden ve sapıklıktan hoşnut Allah'ın iradesini yanlış yorumlamaya kalkışırlarken gerçeği çarpıtıyorlar. Çünkü onlar yüce Allah'ın onların meleklere kulluk sunmalarını istediğinden emin değildirler -Hem nasıl emin olacaklar ki?-. "Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar asılsız tahminlere dayanarak konuşuyorlar." Asılsız kuruntulara, sanılara dayanıyorlar."Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı sarılıyorlar?"Meleklerin dişi olduklarına, Allah'ın kızları olduklarına ilişkin iddialarında, onlara yönelik kulluk eylemlerinde daha önce kendilerine gönderilmiş bir kitaba mı dayanıyorlar? Bu kitabın içerdiği gerçeklere mi sarılıyorlar? Bu kitaptan çıkardıkları kanıtlara mı dayanıyorlar?!Kur'an-ı Kerim bu açıdan da kaçış yollarını tıkıyor. İnançla ilgili meselelerde körü körüne hareket edilmeyeceğini, zann ve kuruntulara dayanılmayacağını, aksine Allah katından gelen bir kitaptan beslenileceğini, onun içerdiği gerçekle-re yapışılacağını ima bu noktaya gelince Kur'an-ı Kerim, bir görüşe dayanmayan bu tutarsız efsaneye ilişkin inançlarının ve bir kitaptan kaynaklanmayan geçersiz ibadeti sürdürmelerinin tek dayanağını ortaya koyuyor!"Hayır! Sadece `Biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz' dediler."Hiçbir güce dayanmayan tutarsız, çelişkili olmasının ötesinde insanı gülünç duruma düşüren saçma bir sözdür bu. Düşünmeden, taşınmadan, bir kanıt, bir delil isteme gereği duymadan sadece taklit etmenin, papağan gibi söylenenleri tekrar etmenin belirtisidir. Nereye gidiyoruz? diye sormadan, yoldaki işaretleri bilmeden, nereye sürüklenirse o tarafa doğru giden hayvan sürüsünü andıran aşağılayıcı bir tablodur fikir özgürlüğünü, serbest düşünceyi öngören bir dindir, bu yüzden bu tür aşağılayıcı bir taklitçiliği, günah ve ihtiraslarla övünmek amacıyla babaları, ataları körü körüne izlemeyi onaylamaz. Bir dayanak olmalıdır, bir kanıt olmalıdır, düşünüp değerlendirmek gerekir. Sonra kesin bir inanca, net bir anlayışa dayalı özgür bir seçim gezintinin sonunda kendilerininkine benzer sözler söyleyen, tıpkı onlar gibi başkalarına benzeme, ataları körü körüne taklit etme, gerçeklerden yüz çevirme, peygamberleri yalanlama, çeşitli mazeret ve açıklamalara rağmen yanlış tutumlarını sürdürmede ısrar etme yolunu seçen geçmiş toplumların akıbetleri Sunuluyor 23- İşte böyle senden önce hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın ileri gelen zenginleri "Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" "Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu gelişmiş olsam da yine babalarınızın yolunu mu tutacaksınız?" deyince. Dediler ki "Doğrusu biz seninle gönderileni inkar ediyoruz."25- Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?"Böylece doğru yola girmekten kaçınanların, burun kıvıranların karekterlerinin aynı olduğu, sürekli aynı kanıtı ileri sürdükleri ortaya çıkıyor "Biz babalarımızı bu din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz" veya "onların izlerine uyuyoruz..." Sonra bu taklitçilikten dolayı kalpleri kilitleniyor, akılları köreliyor. Daha doğru, daha üstün ve kanıtla kesinleşse bile yeni birşeyi düşünemez oluyor. Sonra görmek için gözlerini, hissetmek için kalbini, anlamak için aklını açmak istemeyen bu tiplerin yok olmaları, tarih sahnesinden silinip gitmeleri kaçınılmaz bu tip insanların kaçınılmaz akıbetleri Kur'an-ı Kerim, izledikleri yolup nereye varacağını belki görürler diye bu akıbeti gözlerinin önüne İBRAHİM'İN SOYUKureyşliler, Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- soyundan geldiklerini söylüyorlardı. Bu doğrudur. Bunun yanında Hz. İbrahim'in dinine bağlı olduklarını ileri sürüyorlardı, ama bu doğru değildir. Çünkü Hz. İbrahim Tevhid mesajını, yani Allah'ın birliği gerçeğini vargücüyle, hiçbir karşılığa ve kapalılığa yer vermeden, açık ve anlaşılır bir şekilde duyurmuştu. Öldürülme ve ateşe atılma girişimleri ile karşı karşıya kaldıktan sonra bu mesaj uğruna babasını ve soydaşlarını terketmişti. Hayat sistemini, şeriatını bu temele dayalı olarak kurmuştu. Soyuna bu gerçeğe bağlılığı tavsiye etmişti. Onun getirdiği inanç sisteminde şirkin gölgesi, silik bir izi bile bu bölümünde ayetlerin akışı onları bu tarihsel gerçekle karşı karşıya getiriyor. Amaç savundukları iddialarını bu gerçeğe bakarak yeniden gözden geçirmelerini sağlamaktır. Sonra Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu görev için seçilişine yönelik itirazlarını ve bu amaçla sarf ettikleri şu sözleri aktarıyor "Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" Sonra Kur'an-ı Kerim onların bu sözlerini ve içerdiği yanlışları yüce Allah'ın hayat için belirlediği temel değerlerle, onların uydurdukları kendilerini hak ve doğru yoldan alıkoyan geçici değerlere göre tartışma konusu yapıyor. Bu meseleye ilişkin gerçeğin vurgulanmasının ardından Allah'ın mesajından yüz çevirenlerin akıbetlerini onlara haber veriyor. Bundan önce de bu körükörüne tutumun nedeninin şeytanın vesvesesi olduğunu bildiriyor. Surenin akışı dersin sonunda Peygamber efendimize yöneliyor; onların yan çizmelerinden, körükörüne reddetmelerinden dolayı Peygamberimizi teselli ediyor, ona moral veriyor. Çünkü peygamber körleri doğru yola iletmekle, mesajını sağırlara duyurmakla yükümlü değildir. Peygamberimiz görse de veya yüce Allah onları cezalandırmayı peygamberimizden sonraya ertelese de onlar hakkettikleri karşılığı göreceklerdir. Bunun yanısıra yüce Allah Peygamber efendimize kendisine vahyedilen kitaba uyması direktifini veriyor. Çünkü bu kitap bütün peygamberlerin getirip toplumlarına sundukları gerçeği içermektedir. Bütün peygamberler tevhidi yani Allah'ın birliği gerçeğini getirip insanlara sunmuşlar "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor. Biz Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar mı yapmışız?"Sonra Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssasından bir bölüm sunuluyor. Bununla Arapların peygamberlerine karşı takındıkları tavır örneklendiriliyor. Sanki aynı itirazları içeren bir fotokopi gibi Arap müşriklerinin övünüp durdukları değerlerin aynısı ile övünen Firavun'un ve onun yönetim kadrolarında yeralan elit zümrenin tutumları sunuluyor. 26- Bir zaman İbrahim babasına ve kavmine demişti ki; "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım."27- "Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O, bana doğru yolu gösterecektir."28- ve bu tevhid sözünün ardından kalıcı bir söz yaptı ki, insanlar Allah'a müşriklerinin yüz çevirdiği, kabul etmeye yanaşmadığı tevhid yani Allah'ın birliği çağrısı ataları İbrahim'in vargücüyle insanlara duyurmaya çalıştığı çağrının kendisidir. Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun- bu çağrı ile babasına ve soydaşlarına karşı çıkmış, onların çarpık inanç sistemlerine ters düşmüştür. Onların kendi atalarından devraldıkları inanç sistemlerinin peşine takılmamış, sırf babasının ve soydaşlarının uyduğunu gördüğü için körükörüne bu inanç sistemine bağlanmamıştır. Daha doğrusu açık ve kesin ifadelerle onlarla ve inanç sistemleri ile hiçbir ilişkisinin olmadığını, onlardan ve çarpık inançlarından uzak olduğunu duyururken onlara şirin görünme, onları memnun etme çabası içine girmemiştir. Kur'an-ı Kerim Hz. İbrahim'in bu amaçla sarfettiği sözleri şu şekilde aktarıyor"Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O, bana doğru yolu gösterecektir."Hz. İbrahim'in sözlerinden ve kendisini yaratan Allah hariç onların taptıkları diğer düzmece ilahlardan uzak olduğunu belirtmesinden anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim'in soydaşları Allah'ın varlığını temelden inkar etmiyorlardı, sadece O'na birtakım düzmece tanrıları ortak koşuyor, ondan başkasına kulluk sunuyorlardı. Bu yüzden Hz. İbrahim onların kulluk sunduğu düzmece tanrılardan uzak olduğunu belirtiyor ama yüce Allah'ı bu genellemenin dışında tutuyor ve yüce Allah'ı en başta kulluk sunmayı gerektiren bir sıfatla nitelendiriyor; O'nun kendisini yoktan varettiğini vurguluyor. Var eden O olduğuna göre kulluk sunmayı hakkeden O'dur, diyor. Kendisini yoktan vareden, dünyaya getiren Allah olduğuna göre, O'nun kesinlikle kendisine doğru yolu göstereceğine ilişkin sarsılmaz inancını dile getiriyor. Kuşkusuz yüce Allah kendisine doğru yolu göstermek için onu yaratmıştır. Çünkü onu doğru yola nasıl ileteceğini en iyi O bilir."Ve bu tevhid sözünün ardından kalıcı bir söz yaptı ki insanlar Allah'a dönsünler."Kuşkusuz Tevhid Allah'ın birliği mesajının yeryüzünde yaygınlık kazanmasında ve soyu kanalı ile kendisinden sonraki kuşaklara aktarılmasında en büyük pay sahibi Hz. İbrahim'dir. Onun soyundan gelen peygamberler bu görevi, yani Allah'ın birliği ilkesine dayalı inanç sistemini insanlara duyurma görevini üstlenmişler. Bu peygamberlerden üçü evrensel boyutta çığır açıcı peygamberlerdir Hz. Musa, Hz. İsa ve son peygamber Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerlerine olsun-... Bugün onlarca asır sonra büyük dinlere bağlı bir milyarı aşkın insan ataları İbrahim'in sunduğu ve kendisinden sonra kalıcı bir prensip olarak insanlık hayatına yerleştirdiği tevhide yani Allah'ın birliği ilkesine boyun eğmektedir. Bu prensipten sapanlar oluyor. Ancak Hz. İbrahim'in sunduğu tevhid mesajı kaybolmaz bir kalıcılık, sarsılmaz bir değişmezlik, çarpıklığa, batıla yer vermeyen bir açıklılık örneği olarak etkinliğini sürdürüyor "Ki insanlar Allâh'a dönsünler." Kendilerini yoktan vareden Allah'a dönsünler, O'nu bilsinler ve sırf O'na kulluk sunsunlar diye. Tek ve değişmez gerçeğe dönsünler; O'nu kavrasınlar ve kesinlikle O'ndan ayrılmasınlar insanlık Hz. İbrahim'den önce de tevhid gerçeğini biliyorlardı. Ne var ki insanlığın Nuh, Hud, Salih ve belkide İdris peygamberin, ayrıca bunların dışında geride tevhid ilkesine inanan, onu yaşayan ve onun için yaşayan bir kitle bırakmayan, daha nice peygamberin kanalıyla öğrendiği, tanıdığı bu gerçek ancak Hz. İbrahim'den sonra yeryüzüne kök salmıştır. İnsanlık bu gerçeği İbrahim peygamberden duyunca, ondan sonra kesintisiz olarak sürdürmüştür. Ondan sonra gelen peygamberler zinciri kesintisiz bu görevi yerine getirmiştir. Nihayet İsmail'in soyundan ve kendisine en çok benzeyen son oğlu, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- kadar sürmüş-tür. Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- tevhid mesajını son, eksiksiz ve evrensel şekliyle duyurmuştur. Tüm hayatın bu ilke etrafında döndüğünü göstermiştir. İnsanın her hareketinde, her düşüncesinde tevhidin izinin olmasına imkan soyundan geldiklerini ileri sürdükleri ataları İbrahim'den bu yana süren tevhid gerçeğinin hikayesi. İşte İbrahim'in kendisinden sonra kalıcı bir hayat düsturu olarak bıraktığı tevhid gerçeği. Ve işte İbrahim'in soyundan birinin kanalıyle bu kuşağa sunulan aynı mesaj. Peki İbrahim'in soyundan geldiklerini, onun dinine uyduklarını ileri sürenler bu mesajı nasıl karşılıyorlar?Kuşkusuz aradan uzun zaman geçti. Yüce Allah peşpeşe gelen kuşaklarla onların sayılarını arttırdı. Artık kökü eskilere dayanan bir millet olmuşlardı. Bu yüzden ataları İbrahim'in dinini unutmuşlardı. Tevhid yani Allah'ın birliği gerçeğine yabancı, onun varlığından habersiz bir toplum haline gelmişlerdi. Bu gerçeği kendilerine getiren peygamberi en olumsuz, en çirkin bir tavırla karşıladılar. Gökten gelen mesajı tutup yeryüzü menşeli kriterlerle ölçtüler. Böylece sahip oldukları tüm ölçüler bozuldu, birbirine karıştı 29- Doğrusu bunları da, babalarını da kendilerine hak ve hakikatı açıklayan bir peygamber gelinceye kadar Fakat kendilerine hak gelince. `Bu büyüdür biz onu tanımayız Ve dediler ki "Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?"32- Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliliklerini Biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha DİN ZENGİNLERİN DEĞİLAyetlerin akışı Hz. İbrahim'e ilişkin açıklamayı kesiyor ve Kur'an'la muhatap olan Kureyşlilere yöneliyor"Doğrusu bunları da, babalarını da kendilerine hak ve hakikati açıklayan bir peygamber gelinceye kadar geçindirdim'Sanki Hz. İbrahim'le ilgili açıklamanın kesilmesi ile şöyle denmek isteniyor İbrahim konusunu bir kenara bırakalım. Çünkü bunların İbrahim'le bir bağları, bir ili kileri yok. Bunlara bakalım, çünkü İbrahim'le aralarında bir benzerlik yoktur. Bunlar ve önceki ataları, çeşitli nimetlerden yararlandırıldılar, toplum olarak kendilerine uzun süre yaşama imkanı tanındı. Tâ ki kendilerine ve Kur'an'ın içerdiği hak mesajı gelene kadar. Kur'an'ın içerdiği hakkı açık ve anlaşılır bir şekilde sunan ve bu konuda Kapalı bir nokta bırakmayan peygamber gelene kadar... ,"Fakat kendilerine hak gelince; `bu büyüdür biz onu tanımayız ile büyü kesinlikle birarada olmaz. Çünkü gerçek açıktır, nettir. Ama büyü göz boyayıcılıktır, asılsızdır. Büyünün saçma olduğunu, batıl olduğunu en başta kendileri bilirlerdi. Öte yandan Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin bu Kur'an'ın gerçek oldu unu bilmemeleri imkansızdı. Ne var ki onlar peşlerine takılan kitleleri kandırıyorlardı ve "Bu Kur an büyüdür diyorlardı. Kelimelerin üstüne basa basa onu inkar ettiklerini duyuruyor "Biz onu tanımayız" diyorlardı. Amaçları, halk kitlelerinin kafasına kendilerinin söyledikleri sözlerden emin oldukları düşüncesini yerleştirmekti. Böylece çeşitli hareketlerle. işaretlerle onları da peşlerine takmaktı. Kitleleri kandırmak amacı ile bu tür yollara tüm zorba yönetimlerde başvurulur. Yönetim kadrolarının üst düzeyinde yer alanlar halk kitlelerinin kendi kontrollerinden çıkıp tevhide yani Allah'ın birliği ilkesine sarılmalarından korkarlar. Çünkü bu durumda büyüklük taslayanların birer birer haksız yere işgal ettikleri makamlardan yuvarlanacaklarım, herşeyden yüce ve herşeyden büyük olan Allah'tan başka kimseye kulluk sunulmayacağını, O'ndan başkasından korkulmayacağını Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın kendilerine gerçeği ve aydınlatıcı mesajı sunmak üzere Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- seçmiş olmasına karşı çıkarlarken nasıl değer ve ölçüleri birbirlerine karıştırdıklarını anlatıyor"Ve dediler ki `Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?"İki şehirden kasıtları Mekke ve Taif'ti. Kuşkusuz Peygamber efendimiz Kureyş kabilesinin, ardından Haşimoğullarının en seçkin ailesine mensuptu. Bunlar da Araplar arasında üstün bir konuma sahiptiler. Ayrıca Peygamberimizin kendisi de peygamber olarak gönderilmeden önce çevresinde üstün ahlâkı ile tanınırdı. Ancak kabile yapısından kaynaklanan değerlerle övünen bir ortamda bir kabile lideri, bir aşiret başkanı değildi. "Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" diyerek O'nun peygamberliğine itiraz edenler bunu yüce Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. O, bu göreve en fazla lâyık olduğunu bildiği kişiyi seçmiştir. Belki de yüce Allah bu dinin, kendi tabiatının dışında bir dayanağının, kendi gerçekliğinden başka bir gücünün olmasını istememiştir. Bu yüzden bu görev için, en büyük ayrıcalığı, meziyeti, ahlâkî olan birini seçmiştir. Bu ise bu dinin tabiatına uygun bir meziyettir. Bu görev için, en belirgin özelliği her türlü maddi dayanaktan soyutlanmak, maddi değerlere önem vermemek olan bir kişiyi seçmiştir. Bu da davanın gerçekliğinde önemli yeri bulunan bir özelliktir. O'nun bir kabile lideri, bir aşiret başkanı, bir makam sahibi, bir servet sahibi olmasını istememiştir. Gökten inen bu davaya yeryüzü menşeli tek bir değer karışmasın diye. Her türlü maddi değerden soyutlanmış kişiliğinin yanısıra davanın tabiatına ters düşen bir başka etken sözkonusu olmasın diye. Bu davanın özüne ihtiraslar bulaşmasın, iffetli görünmek isteyenler ondan kaçınmasın var ki, dünya zevklerine, yeryüzü kaynaklı değerlere yenik düşen bu toplum, gök menşeli davanın tabiatını kavrayamayan bu millet, Peygamber efendimizin bu görev için seçilmiş olmasına itiraz ediyordu."Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" Kur'an-ı Kerim onların Allah'ın rahmetine yönelik bu itirazlarını olumsuz karşılayarak, çirkin bir tutum olarak nitelendirerek cevap veriyor. Çünkü ilahi rahmet kullarından dilediğini bu görev için seçer. Bunun yanısıra onların yeryüzü kaynaklı değerler ile gök menşeli değerleri birbirine karıştırmalarına da tepki gösteriyor ve onların övündükleri değerlerin gerçek mahiyetlerini ve Allah'ın ölçüsündeki ağırlıklarını açıklıyor"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim ettik, birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır."Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Olacak iş değil! Onlar kim, Rabbinin rahmeti kim? Bir kere onlar kendileri için bir şey yapabilecek durumda değildirler. Bizim aralarında öngördüğümüz bir hikmet ve yeryüzünün imarı ve hayat düzeyinin yükselmesi amacıyla belirlediğimiz bir plan uyarınca bölüştürdüğümüz; kendilerine bahşettiğimiz şu yeryüzünün basit, değersiz rızıklarını bile elde etme, varetme gücünden yoksundurlar."Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık."Dünya hayatında geçinmek için gerekli olan rızık fertlerin yeteneklerine, hayat şartlarına ve toplumsal ilişkilere bağlıdır. Rızkın fertler ve toplumlar arasındaki dağılım oranı, bütün bu etkenlere göre değişiklik gösterir. Rızık oranı ortamdan ortama, çağdan çağa ve toplumdan topluma; düzenleri, ilişkileri ve tüm genel şartları doğrultusunda değişir. Fakat her zaman geçerli olan ve -kitleleri üretim ve tüketime yönlendiren ideolojilere göre yönetilen yapay toplumlarda bile- değişmeyen bir özellik var ki, o da rızık oranının fertten ferde değiştiği türlerine ve düzenlerin şekillerine göre rızık oranlarının farklılığını sağlayan nedenler de değişiklik gösterir. Fakat fertlerin rızık miktarlarının farklılığı gerçeği hiçbir zaman değişmez. Hiçbir zaman -yönlendirici ideolojilere göre yönetilen yapay toplumlarda bile- tüm fertlerin rızık bakımından eşit düzeye gelmeleri mümkün değildir"Kimini ötekine derecelerle üstün çağlarda, bütün ortamlarda ve bütün toplumlarda öngörülen bu farklılığın hikmeti de şudur"Birbirlerine iş gördürmeleri için."Kimi insanlar kimilerine iş gördürsün diye. Hayat çarkı dönünce zorunlu olarak bazı insanlar bazılarına iş gördürür. Burada sözkonusu olan iş gördürme, bir sınıfın diğer bir sınıfa, bir ferdin diğer bir ferde üstünlüğü, egemenliği anlamında değildir. Kesinlikle! Bu anlam yüce Allah'ın ebedi sözünün düzeyine ulaşamayan basit ve dar bir anlamdır. Kesinlikle!.. Yüce Allah'ın bu ebedi sözünün ifade ettiği anlam insan topluluklarına egemen olan beşeri rejimlerin bünyelerinde meydana gelen tüm değişikliklerden, tüm gelişmelerden daha kalıcıdır. Gelip geçen şartlardan daha geniş boyutludur... Kuşkusuz bütün insanların bir kısmı bir kısmına iş görür, hizmet eder. Hayat çarkı tüm insanları kendisi ile birlikte döndürüyor, her rejimde ve her türlü şartta bazısını bazısının hizmetine sokar. Bu şartlar rızık elde etmesi ve rızkı bollaştırması için takdir edilmiştir. Bunun tersi de doğrudur. Birisi mal toplar, topladığı maldan yer ve ötekini de bundan yararlandırır. Dolayısıyle her biri ötekinin adına iş görmüş olur, ona hizmet etmiş olur. İşte bunu ötekisine hizmet ettiren, hayat çarkında ötekini bunun hizmetine sokan rızık oranlarındaki bu farklılık gerçeğidir. İşçi mühendise ve işverene hizmet eder. Mühendis işçiye ve işverene hizmet eder. İşveren de mühendise ve işçiye hizmet eder. Sahip oldukları farklı yetenek ve niteliklerle; iş ve rızık oranı açısından birbirlerine göre farklı durumda olmalarıyla herbiri yeryüzünde halifelik görevine hizmet bazı beşeri ideolojilere mensup kişiler bu ayeti ileri sürerek islama; toplumsal ve ekonomik düzenine saldırıyorlar. Yine sanırım bazı müslümanlar bu ayet karşısında olumsuz yönden kafa sallayıp sanki insanlar arasındaki rızık farklılığını ve bazıları bazılarına hizmet etsin diye rızıklarının farklı olacağını onaylıyor suçlamalarına karşı islamı savunma pozisyonuna artık müslümanların islama karşı açık ve kesin üstünlük pozisyonunda bir tutum sergilemelerinin zamanı gelmiştir. Saçma sapan suçlamalar karşısında savunma pozisyonuna girmemelidirler. Çünkü islam, varlıklar aleminin öz yaratılışına yerleştirilmiş, gökler, yer ve ikisine egemen olan değişmez ve sarsılmaz yasalar sistemi gibi değişmeyen, kalıcı ve ebedi gerçekleri dile hayatının özü ferdi yeteneklerin, her ferdin yapabileceği işin ve bu işin sağlamlığının boyutlarının farklılığı esasına dayanır. Yeryüzündeki halifelik görevi için gerekli olan değişik roller için bu farklılık zorunludur. Bütün insanlar birbirlerinin fotokopisi gibi olsalardı yeryüzünde hayat sürdürmek bugünkü şekliyle mümkün olmazdı. O zaman birçok iş onu yerine getirecek, onu üstlenecek yetenekten yoksun kalırdı. Oysa hayatı yaratan, onun sürekliliğini ve gelişmesini dileyen Allah, üstlenilmesi gereken rollerin farklılığı oranında farklı yetenekler, kapasiteler yaratmıştır. Rollerin farklılığı rızıkların farklılığını gerektirmiştir. İşte temel kural budur. Her ferdin rızık oranının farklılığı ise toplumdan topluma, düzenden düzene değişir. Fakat bu durum, hayatın gelişmesi için zorunlu olan dünya hayatının özü ile uyuşan fıtri kurala ters düşmez. Bu yüzden uydurma ve zorlayıcı doktrinlere mensup olanlar işçi ve mühendisin, asker ile komutanın ücretini -doktrinlerini uygulamaya büyük çaba göstermelerine rağmen eşit düzeyde tutamamışlardır. Yüce Allah'ın şu sözünde ifadesini bulan ilahi yasa karşısında bozguna uğramışlardır. Bu ayet hayatın değişmez kanunlarından birini ortaya dünya hayatındaki rızık ve geçim meselesinin özü. Bunun da ötesinde yüce Allah'ın sonsuz rahmeti var"Rabbinin rahmeti onların toplayıp yaptıklarından daha hayırlıdır."Yüce Allah bunun içïn ona layık olduklarını bildiği kimseler arasında dilediği kişiyi seçer. Bununla dünya hayatının nimetleri arasında bir ilişki yoktur. Dünya hayan kaynaklı değer yargıları ile hiçbir bağı mevcut değildir. Çünkü dünya kaynaklı değer yargıları yüce Allah katında çok değersizdirler, önemsizdirler. Bu yüzden dünya nimetlerinden hem iyiler hem de günahkârlar hem salih amel işleyenler hem de kötüler ortaklaşa yararlanırlar. Fakat yüce Allah'ın rahmetinden sadece seçkinler HAYATI, ALTIN VE GÜMÜŞŞu dünya nimetleri ve değerleri o kadar basit ve önemsizdir ki, şayet yüce Allah dilese onları kafirlerin üzerine oluk oluk akıtır. Fakat yüce Allah bu durumun insanları Allah'a inanmaktan alıkoyan yanıltıcı, baştan çıkarıcı bir unsur olmasını istemiyor. 33- İnsanlar küfürde birleşen bir tek ümmet olmayacak olsaydı, Rahman'ı inkar edenlerin evlerinin tavanları ve üzerine binip çıkacakları merdivenleri gümüşten Evlerinin kapılarını ve üzerlerine yaslanacakları koltukları da hep gümüşten ve nice süsler verirdik. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici malından ibarettir. Ahiret nimeti ise, Rabbinin katında, Allah'ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara işte böyle eğer insanlar kanmasaydı. Hiç kuşkusuz yüce Allah onların zayıf noktalarını ve dünya nimetlerinin kalplerini etkilediğini biliyor. -Büyük ve engin bir rahmete sahip olan Rahman'ı inkar eden kafirlerin- evlerinin tavanlarını gümüşten, merdivenlerini altından yapardı. Onlara birçok kapısı bulunan evler, saraylar verirdi. Oturup yaslanmak için divanlar, süslenip, bezenmek için değerli süs eşyaları verirdi. Yüce Allah, kendisini inkar edenlere bu kadar bol ve hesapsız vermekle gümüşün, altının, süs eşyalarının ve dünya nimetlerinin basitliğini, değersizliğini ortaya koyardı."Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici malından ibarettir."Bütün bunlar geçici nimetlerdir. Bu dünyadan öteye geçmezler. Dünya hayatına yaraşan nimetlerdir bunlar."Ahiret nimeti ise, Rabbinin katında, Allah'ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur."Bunlar Allah'tan korktukları için onun katında saygınlık kazanan kimselerdir. Bu yüzden yüce Allah onlar için bir daha değerli ve daha kalıcı nimetler hazırlamaktadır. Daha dayanıklı ve daha pahalı nimetleri tercih etmektedir onlar için. Onları Rahman'ı inkar edenlerden ayırmaktadır. Rahman'ı inkar edenlere, hayvanlarınkine benzer basit nimetler yüce Allah'ın kimi zaman örnek verdiği mal, süs eşyası ve yiyecekler gibi dünya hayatının nimetleri bir çok insanı baştan çıkarır. Dünya nimetlerini günahkârların elinde görüp de iyilerin ellerinin boş olduğunu gördüklerinde, veya iyilerin geçim sıkıntısı, meşakkatli bir hayat ve sürekli yoksulluk içinde yaşamalarını sürdürmelerine karşın günahkârların, kötülerin güçlü, kuvvetli, zengin, debdebeli ve etkin bir hayat sürdürdüklerini gördüklerinde akılları başlarından gider, daha çabuk aldanırlar. Yüce Allah bu yanıltıcı durumun insanları derinden etkilediğini biliyor. Fakat yüce Allah bu değerlerin basitliğini ve katındaki önemsizliğini onlara gösteriyor; aynı şekilde katında iyiler, muttakiler için hazırladığı nimetlerin çekiciliğini, kalıcılığını da gösteriyor. Böylece mü'min kalp yüce Allah'ın iyilere ve kötülere ayırdığı nimetlerin gerçek değerini anlıyor, Allah'ın dünya nimetlerinden bir şeye sahip olmayan bir adamı peygamberlik görevi için seçmesine itiraz edenler; insanları sahip bulundukları başkanlık veya mal-mülk gibi değerlerle ölçenler, bu ayetler aracılığı ile önem verdikleri değerlerin basit olduklarını, Allah katında hiçbir değere sahip olmadıklarını görüyorlar. Bunların en kötü insanlara, Allah'ın en fazla öfkelendiği kişilere serildiğini, hiçbir zaman Allah'a yakınlığın göstergesi olmadığını, onun hoşnutluğu anlamına gelmediğini, seçkinliğin ifadesi olmadığını Kur'an meseleleri bu şekilde yerli yerine koyuyor. Dünya ve ahiretteki rızıkların dağılımına ilişkin Allah'ın yasalarını bu şekilde gözlerimizin önüne seriyor. Değerlerin gerçek mahiyetlerini yüce Allah'ın katındaki değişmez şekliyle ortaya koyuyor. Bütün bunları, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun peygamberliğine ve onun bu görev için seçilmiş olmasına itiraz edenlere nüfuz sahibi ileri gelenlerin önerilerine cevap verirken gündeme Kerim değişmeyen, sarsılmayan temel kuralları, evrensel gerekleri bu şekilde kökleştiriyor. Hayattaki gelişmeler, düzen değişiklikleri, ideolojik farklılıklar ve değişik ortamlar bunları etkilemezler. Çünkü hayata egemen olan değişmez kanunlar vardır. Hayat bu kanunların etkinlik alanında hareket eder. Ama hiçbir zaman bu kanunların çerçevesinin dışına çıkamaz. Değişmez gerçekleri bir yanâ bırakarak kendilerini değişken dış görünüşe kaptıranlar, hayatın katı ve değişmez yönleri ile sürekli gelişen yönlerine ilişkin değişmez ve değişken kuralları birlikte içeren bu ilahi yasayı anlayamıyorlar. Değişim ve gelişim kuralının varlıkların biçimini kapsadığı gibi özünü de kapsadığını sanıyorlar. Bu yüzden sürekli gelişim kuralının, herhangi bir meselede değişmez bir kuralın olmasına engel olduğunu ileri sürüyorlar; sürekli evrim, kesintisiz gelişim yasasının dışında değişmez bir yasanın varlığını inkar ediyorlar. Onların değişmediğine inandıkları tek kanun işte bu sürekli gelişim kanunudur!İslam inanç sistemine inanan bizler ise, yüce Allah'ın vurguladığı şekliyle birbirini zorunlu kılan değişmezlik ve değişkenliği aynı anda içeren ilahi yasayı doğrulayan kanıtları evrenin her köşesinde, hayatın her tarafında, bizzat pratik hayatımızla görümüz. Birbirini gerekli kılan değişmezlik ve değişkenliğin gözümüzün önündeki en yakın örneği insanlar arasındaki rızık dağılımının farklılığına ilişkin değişmezlik kuralı ile, düzenlere ve toplumlara göre farklılık gösteren rızıkların oranlarının ve sebeplerinin değişkenliği kuralıdır. Birbirini gerekli kılan değişmezlik ile değişkenliğin bunun dışında daha birçok örnekleri DOSTU ŞEYTANDünya hayatının nimetlerinin önemsizliği, Allah katındaki Değersizliği, bunun yanında yüce Allah'ın bu nimetlerden günahkârlara vermesinin onların Allah katında saygın bir konuma sahip oldukları anlamına gelmediği, onların azaptan kurtulacaklarını göstermediği ve Rabbinin katındaki ahiret nimetlerinin Allah'tan korkanlar için olduğu açıklandıktan sonra, ayetlerin akışı, dünya nimetlerini bolca elde ederken, kör gibi Allah'ın ayetlerini göremeyen ve ahirette Allah'tan korkanlar için hazırlanan kalıcı nimetleri elde etmelerini sağlayacak Allah'a kulluk sunmaktan kaçınan bu adamların akıbetlerini gözlerimizin önüne seriyor 36- Kim Rahman'ın Kur'an'ından yüz çevirirse ona, bir şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan artık onun ayrılmaz O şeytanlar bunları doğru yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını O şeytanın dostu bize geldiği zaman arkadaşına "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı" der. Meğer ne kötü İkinizde zalim olduğunuz için bugün pişman olmanız size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz azapta orjinalinde geçen "Aşiyy" kelimesi, gözün göremeyecek kadar kamaşması anlamına gelir. Bu durum genellikle parlak bir ışıkla karşı karşıya kalındığında sözkonusu olur ki, o zaman göz herhangi birşey göremez olur. Veya karanlık bir ortama girildiğinde benzeri bir kamaşma meydana gelir ki, görme yeteneği zayıflamış gözler böyle bir ortamda ortalığı seçemezler. Kuşkusuz bu durum bir hastalıktan da kaynaklanmış olabilir. Burada güdülen amaç ise, onların körlüğünü ve Rahman'ı anmaktan kaçınmalarını vurgulamaktır. Allah'ın varlığını hissetmelerini, vicdanda onun gözetiminin farkında olmalarını sağlamaktır"Kim Rahman'ın Kur'an'ından yüz çevirirse ona, bir şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan artık onun ayrılmaz dostudur."Yüce Allah'ın iradesi insanın yaratılışı ile ilgili olarak bu hususu öngörmüştür İnsan Allah'ı anmaktan uzaklaştığı onun varlığını unuttuğu zaman şeytanın onu kontrolü altına almasını, onu istediği gibi yönlendirmesini, ona vesvese veren kötü bir arkadaş olmasını, kötülüğü süslü, çekici göstermesini gerektirmiştir. Bu ayetteki şart ve cevabı yüce Allah'ın değişmez genel iradesini ifade etmektedirler. Bu iradeye göre sebebin ortaya çıkması ile birlikte sonuçta hemen ortaya çıkar. Yüce Allah sonsuz ilmine göre bu şekilde karar bu kötü arkadaşların görevi, arkadaşlarını Allah'ın yoluna girmekten alıkoymaktır. Öte yandan bu arkadaşlar kendilerini Allah'ın yolunda sanmaktadırlar"O şeytanlar bunları doğru yoldan çıkardıkları halde bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar."Bir arkadaşın arkadaşa yapabileceği en büyük kötülük budur. Arkadaşın hedefe ulaştıran biricik yoldan alıkoymasıdır, sonra da ayılmasına veya sapıklığının farkına varıp tevbe etmesine fırsat vermemesidir. Tersine, hedefe ulaştıran. doğru ve düz yolda yürüdüğünü telkin etmesi, böylece can yakıcı akıbete yuvarlatmasıdır en büyük fiillerin "Yesuddünahum" "Yahsabune" şeklinde geniş zaman kipi ile kullanılmaları, her zaman varolan, herkesin görebileceği şekilde kesintisiz olarak yapılan bir eylemi tasvir ediyor. Ama sadece, farkında olmadan bir tuzağa doğru sürüklenen sapıklar bu gerçeği birden acı akıbetleriyle karşı karşıya kalışlarını seyrediyoruz. Ne yapacaklarını bilmeyecek durumdadırlar."O, şeytanın dostu bize geldiği zaman arkadaşına `Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı' der. Meğer ne kötü arkadaşmış."Ve işte bir göz açıp kapama anı kadar kısa bir sürede bu dünyadan ahirete geçiyoruz. Hayat şeriti şaşırtıcı bir şekilde sarılıyor ve körler Rahman'ı anmaktan kaçınan, gözleri kamaşan kafirler beklemedikleri bir sırada ansızın yolun sonuna geliyorlar. Tam bu sırada tıpkı bir sarhoşun ayılması gibi ayılıyorlar. Kamaşıp birşey göremez duruma geldikten sonra şimdi gözlerini açıyorlar. Bu sırada aralarında biri sapıklığı kendisine süslü, çekici gösteren, doğru yolda olduğunu telkin eden kötü arkadaşına bakıyor, kendisini yokoluş yoluna doğru sürükleyen ama sonuçta kurtulacağını kulağına fısıldayan kötü arkadaşına bakıyor ve öfkeyle şunları söylüyor "Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı". Keşke hiç karşılaşmasaydık. Aramızda bu kadar çok uzaklık olsaydı da buluşmasaydık!Kur'an-ı Kerim, yokedici bir azapla karşı karşıya kalan arkadaşın öteki arkadaşa söylediği söz üzerine şu değerlendirmede bulunuyor"Meğer ne kötü arkadaşmış."Sahnenin perdesi hepsinin üzerine inerken her iki arkadaş için de korkunç bir felaketin ifadesi olan şu sözler kulağımızda çınlıyor"İkiniz de zalim olduğunuz için bugün pişman olmanız size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz azapta ortaksınız."Azabı eksiksiz olarak tadacaklar. Ortak olmaları azabın şiddetini azaltmaz. Ortaklar bu azabı aralarında bölüştürmeyecekleri için azabın etkisinin azalması sözkonusu SEN Mİ DUYURACAKSIN?Bu aşamada surenin akışı, onları bir kenara bırakıyor; bu iç karartıcı, bu sıkıntılı sahnede birbirlerini suçlayarak, birbirlerine söverek acılar içinde kıvranır durumda kendi hallerine bırakıyor. Ve hitabı Peygamber efendimize yöneltiyor; bir grup insanın uğradığı bu iç karartıcı akıbet karşısında onu teselli ediyor;kendisini dinlemekten kaçınmaları, getirdiği dini inkar etmeleri karşısında ona destek veriyor; kendisine vahiy yoluyla bildirilen hak içerikli mesajı duyurmakta ısrarlı olmasını telkin ediyor; bütün peygamberlerin sunduğu mesajın özünde bu değişmez, bu eski, bu kalıcı gerçeğin yeraldığını bildiriyor 40- Ey Muhammed! Sen mi sağırlara işittireceksin, yahut kör ve apaçık sapıklıkta olanı doğru yola ileteceksin?41- Eğer biz seni alıp götürürsek vefat ettirirsek onlardan intikam Yahut onları tehdit ettiğimiz şeyi sana gösteririz. Bizim onlara gücümüz Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Zira sen, dosdoğru yoldasın. 44- Doğrusu bu Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür, ondan sorumlu Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor. Biz Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar mı yapmışız?Bu mesaj, kimi olumsuz tutumlar karşısında Peygamber efendimizi teselli etmek, hidayet ve sapıklığın mahiyetini açıklamak, bunları bütünüyle Allah'ın iradesine ve kapsamlı planına bağlamak, her ikisini de peygamberlerin görev ve yetkilerinin sınırlarının dışına çıkarmak amacı ile Kur'an'da sık sık tekrarlanır. Bu tekrardan güdülen bir diğer amaç da peygamberlik kurumu ile somutlaşan en yüksek düzeyde insanoğlunun sınırlı gücünün etkinlik alanı ile sınırsız ilahi gücün etkinlik alanını birbirinden kesin çizgilerle ayırmaktır. Tevhidin yani Allah'ın birliğinin anlamını en ince, en duyarlı şekliyle ve en latif, en şeffaf yerinde pekiştirmektir"Ey Muhammed! Sen mi sağırlara işittireceksin, yahut kör ve apaçık sapıklıkta olanı doğru yola ileteceksin?"Aslında onlar ne sağırdırlar ne de kördürler. Sadece sağır ve körler gibi sapıklıkta yüzüyorlar. Hidayete yönelik çağrıya kulaklarını tıkıyorlar. Doğru yolun işaretlerini görmemek için gözlerini kapıyorlar. Peygamberin görevi ise dinleyene dinletmektir. Görene göstermektir. Onlar organlarını devre dışı bırakıyorlarsa, kalplerinin ve ruhlarının açık pencerelerini tıkıyorlarsa, peygamberin onları doğru yola iletmesi mümkün olmayacaktır; sapıklık içinde yüzmelerinin sorumluluğu da peygambere ait değildir. Çünkü peygamber elinden geldiği ve gücünün yettiği kadariyle görevini yerine sınırları belirlenmiş görevini yerine getirdikten sonra işe yüce Allah el koyuyor"Eğer biz seni alıp götürürsek vefat ettirirsek onlardan intikam alacağız.""Yahut onları tehdit ettiğimiz şeyi sana gösteririz. Bizim onlara gücümüz yeter."Mesele bu iki şıkkın dışında değerlendirilemez. Şayet yüce Allah peygamberini katına alacak olsa, onu yalanlayanlardan intikam almayı üstüne almış olur. Eğer kavmine yönelik tehdit gerçekleşene kadar yaşamasını öngörmüşse, hiç kuşkusuz yüce Allah tehditleri gerçekleştirme gücüne sahiptir. Onlar buna engel olacak değillerdir. Her iki durumda da mesele yüce Allah'ın iradesine ve gücüne dönüktür. Çünkü davanın sahibi O'dur. Peygamber, sadece O'nun mesajını duyuran bir elçidir."Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Zira sen, dosdoğru yoldasın."Sana vahyedilen kitabın içerdiği prensiplere sarıl, bu prensipleri ısrarla uygula. Kendi yolunda yürü ve onların şu anda ne yaptıklarına ve gelecekte ne yapacaklarına aldırma. Güven içinde kendi yolunda yürü "Zira sen dosdoğru yoldasın..." Bu yol seni yanıltmaz, saptırmaz, bu yoldâ yürürsen hedefini inanç sistemi; büyük evrensel gerçekle bağlantılıdır. Şu varlıklar aleminin dayandığı yasalar sistemi ile uyum içindedir. Bu inanç sistemi varlıklara egemen olan evrensel yasalar sisteminin etkinlik alanının dışına çıkmaz, ondan ayrılmaz. Bu inanç sistemi kendisine bağlananı, güvenli bir yolculuk sonucu direkt varlıklar aleminin yaratıcına Allah bu gerçeği vurgulayarak peygamberine moral veriyor, güven aşılıyor. bu aynı zamanda dosdoğru yoldan sapanların türlü eziyetleri ile, inatları ile karşılaşsalar bile, peygamberimizden sonra davet görevini üstlenen davetçilere de bir mesajdır. Onlara da güven aşılama amacına yöneliktir."Doğrusu bu Kur'an sana ve ümmetine bir öğüttür. Ondan sorumlu tutulacaksınız."Bu ayet, şu iki anlama da gelebilirBirincisi Bu Kur'an sana ve kavmine yönelik bir hatırlatmadır. Kıyamet günü bu hatırlatma esas alınarak sorguya çekileceksiniz. Bu hatırlatmanın dışında bir gerekçeye de ihtiyaç Bu Kur'an senin ve senin kavminin adını, şanını yükseltmektedir. Nitekim bu anlam fiilen yıldan beri sabahtan akşama kadar milyonlarca dudak peygamber efendimize salat ve selam okumaktadır, sevilen, özlem duyulan bir dost gibi adını anmaktadır. Uzun zamandan beri milyonlarca gönül onun özlemiyle, onun sevgisiyle çırpınmaktadır. Bu durum kıyamet gününe kadar efendimizin kavmi olan Araplara gelince, bu Kur'an geldiği zaman dünya onların varlıklarının farkında bile değildi. Farkında olsalar bile hayat içinde sıradan bir toplum olarak algılanırlardı. İnsanlık tarihinde en büyük rolü üstlenmeleri bu Kur'an sayesinde olmuştur. Dünyanın karşısına bu Kur'an'la çıkmış, bununla tanınmışlardı, bu Kur'an'a sıkı sıkıya sarıldıkları sürece uzun zaman dünyaya hükmetmişlerdi. Fakat bu Kur'an'dan uzaklaşınca yeryüzü onları tanımaz oldu. Dünya onları küçümsedi. Daha önce kafilenin önünde giden önderler konumundayken şimdi kafilenin en gerisine kuşkusuz bu, ağır bir sorumluluktur. Yüce Allah dininin taşıyıcıları, paramparça olmuş insanlık kafilesinin öncüleri olarak seçtiği bir ümmeti emanetin gereğini yerine getirmezse bu sorumluluğundan dolayı hesaba çekecektir. "Sorumlu tutulacaksınız..."Bu son anlam daha geniş boyutlu ve daha kapsamlıdır. Ben de bu ikinci anlama eğilimliyim"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor. Biz Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar mı yapmışız?"İlk peygamberden itibaren insanlığa sunulan Allah'ın biricik dininin değişmez temeli tevhiddir. Peki Rahman'ın dışında tapılacak tanrılar edinenler bu davranışlarıyla neye dayanıyorlar?Kur'an-ı Kerim bu gerçeği burada eşsiz bir tabloda sunuyor. Bu tabloda Peygamber efendimizin kendisinden önceki peygamberlere bu meseleyi soruyor "Biz Rahman olan Allah'tan başka tapılacak tanrılar mı yapmışız?" Bu sorunun çevresindeki atmosferde bütün peygamberlerin verdikleri kesin cevap yankılanıyor. Gerçekten de bu, benzersiz bir tablodur. Kalpler üzerinde derin etki bırakan, çeşitli işaretler içeren, anlamlı bir ifade kere Peygamber efendimizle, ondan önceki peygamberler arasında zaman ve mekan açısından uzun mesafeler var. Öte yandan arada zaman ve mekana ilişkin mesafelerden çok daha uzun olan ölüm ve hayat mesafesi var. Ancak bu mesafelerin tümü bu kalıcı, bu sürekli gerçek karşısında; tevhid ilkesi üzerine kurulan tüm dinlerin birliği gerçeği karşısında ortadan kalkıyorlar. Zaman, mekan, ölüm, hayat ve bunun gibi değişken dış görünüşe ilişkin mesafeler ortadan kalkınca bu gerçek hemen ön plana çıkar. Zaman boyunca gelmiş geçmiş bütün ölüler ve diriler birbirlerini anlayarak birbirlerini tanıyarak bu gerçek etrafında buluşurlar. İşte şu Kur'an ayetinin oluşturduğu latif ve hayret verici atmosfer...Öte yandan Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve diğer peygamber kardeşleri açısından Rabbleri ile aralarında uzak veya yakın diye birşey sözkonusu olamaz. Aralarında her zaman o dolaysız iletişim vardır. Bu iletişim esnasında bütün engeller bertaraf edilir, bütün sedler yıkılır. Evrensel gerçek her türlü örtüden soyutlanmış olarak ortaya çıkar. İnsanın iç aleminin, varlık bütününün, varlık bütününde yeralan canlı cansız varlıkların gerçek mahiyetleri olanca çıplaklığı ile ortaya çıkar. Hiçbir şekilde birbirinden kopmayan birlik gerçeği tecelli eder. Artık zaman engeli, mekan engeli, biçim engeli, görüntü engeli ortadan kalkmıştır. Bu noktada Peygamber efendimiz soruyor ve hiç bir engelle karşılaşmaksızın, arada bir perde olmaksızın kendisine cevap veriliyor. Nitekim peygamberimizin olağanüstü gece yolculuğunda İsra ve göğe yükselişinde -mirac gecesinde- böyle bu tür konularda, hayatımızda alışageldiğimiz iletişim biçimleriyle fazlasıyla bağlı kalmamamız gerekiyor. Çünkü bu alışageldiğimiz iletişim biçimleri genel kanun değildirler. Biz, varlıklar alemine hükmeden yasanın bir yönünü keşfettiğimiz zaman sadece varlık bütününün bazı görünümlerini ve bazı etkilerini kavrayabiliriz. çünkü varlıklar alemini bütünüyle kavramamızı önleyen, bizzat bedensel yapımızdan, duyu organlarımızdan ve bunların neden olduğu alışkanlıklarımızdan kaynaklanan engeller vardır. Fakat ruhun bu tür engellerden ve perdelerden soyutlandığı anda, insanın yalın gerçeği ile herhangi bir varlığın yalın gerçeği, bir bedenin bir başka bedenle buluşmasından çok daha kolay efendimizin kavminin ileri gelenlerinden, onun peygamberlik görevi için seçilişine karşı çıkanların itirazları ve dünya hayatının batıl değerleri ile övünmeleri karşısında Peygamber efendimizi teselli amacı ile yeralan bu ayetlerin akışı içinde, Hz. Musa -selâm üzerine olsun- Firavun ve kurmaylarının kıssasından bir bölüm sunuluyor. Bu bölümde Firavun'un tıpkı "Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" diyen Kureyş müşriklerinin övündüğü değerlerle övünüyor. Sahip bulunduğu mal ve iktidarla büyüklük kompleksine kapılıyor ve gururla, kibirle etrafındakilere soruyor "Ey kavmim Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" Allah'ın kulu ve peygamberi Musa'ya karşı böbürleniyor, şişiyor. Musa yeryüzü menşeli makamlardan, dünya malından yoksun olduğu için, Firavun şunları söylüyor "Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlayamayacak durumda olan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?" Sonra Kureyş müşriklerininkine benzer bir örnek bulunuyor "Ona altın bilezikler verilmeli, yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?"Sanki birbirlerinin kopyası. Ya da durmadan tekrarlanan bir plak gibi. Ardından, Hz. Musa'nın kendilerine gösterdiği olağanüstü mucizelere, başlarına gelen sınama amaçlı musibetlere ve Rabbine yalvarıp musibetleri geçiştirmesini istemesi için Musa'dan yardım istemelerine rağmen ezilen, horlanan, aşağılanan, aldatılan kitlelerin nasıl Firavun'a boyun eğdikleri, dediklerini onayladıkları apaçık bir duyuru ile ellerindeki tüm bahaneler geçersiz kılındıktan sonra ne tür bir akıbete uğradıkları vurgulanıyor "Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, böylece hepsini suda boğduk." "Böylece onları, sonrakiler için hem bir örnek, hem de bir ibret yaptık."Şu Kureyşliler de onlardan sonra gelmişler, ama onların akıbetlerinden ders almıyorlar, düşünmüyorlar!Hz. Musa ve Firavun kıssasının bu bölümünün sunuluşunda yüce Allah'ın insanlara gönderdiği dinin, bu dinin öngördüğü hayat sisteminin ve bu dini hayata egemen kılmak için izlenecek yolun birliği gerçeği ön plana çıkmaktadır. Bunun yanısıra, hak çağrısı karşısında ileri gelenlerin, tağutların tipik tepkileri, yeryüzünün basit ve değersiz malı ile övünmeleri, bir de tarih boyunca ileri gelenler ve tağutlar tarafından küçümsenen, horlanan halk kitlelerinin karakterleri belirginleşmektedir. HZ. MUSA, FİRAVUN VE HAL46- Andolsun biz Musa'yı da ayetlerimizle Firavun'a ve ileri gelen adamlarına gönderdik "Ben alemlerin Rabbinin elçisiyim" Onlara ayetlerimizi getirince, birden bire onlarla alay etmeye Hz. Musa ile Firavun arasında gerçekleşen ilk buluşma anı, bu konuda kıssanın sunuluşu ile amaçlanan esas noktaya bir hazırlık olsun diye kısa bir giriş şeklinde sunuluyor. -Kıssanın sunuluşu ile güdülen amaç Firavunun HZ. Musa'nın peygamberliğine itiraz edişinin gerçekleri ve değer yargıları ile Arap müşriklerinin Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğine itiraz edişlerinin gerekçéleri ve değer yargıları arasındaki benzerliği vurgulamaktır-. Bu giriş bölümü aynı zamanda Hz. Musa'nın sunduğu mesajı gerçek mahiyetini de özetlemektedir "Ben alemlerin Rabbi'nin elçisiyim' demiştir." Bu, bütün peygamberlerin getirdikleri gerçeğin kendisidir. Her peygamber Ben "elçiyim", beni gönderen "alemlerin Rabb'idir" kısa ifadelerle Hz. Musa'nın sunduğu ayetlere de işaret ediliyor. Bu işaret, adı geçen toplumun bunlara karşı takındığı tavırla son buluyor "Birden bire onlarla alay etmeye koyuldular." Büyüklük taslayan cahillerin her zaman yaptıkları işareti, yüce Allah'ın Firavun ve devlet erkanının başına getirdiği musibetlere yönelik bir işaret izliyor. Bunlar başka surelerde ayrıntılı olarak anlatılmışlardır48- Onlara gösterdiğimiz her mucize diğerinden daha büyüktü; doğruyola dönmeleri için onları azaba Azabı görünce "Ey büyücü, bizim için Rabb'ine dua et, sende bulunan ahdin hürmetine bizi bağışlamasını dile, artık yola geleceğiz" Fakat biz onlardan azabı kaldırınca sözlerinden dönmeye gibi Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- gösterdiği mucizeler onların inanmalarını sağlayamıyor. Üstelik bu ayetler peşpeşe gösteriliyor ve herbiri diğerinden daha büyük ve daha etkileyicidir. Hiç kuşkusuz onların bu tutumu yüce Allah'ın birçok surede geçen ve somut mucizelerin doğru yolu bulmaya yatkın olmayan bir kalbi hidayete getiremeyeceği, peygamberin sağırlara mesajım işittiremeyeceği, gerçeği körlere gösteremeyeceği anlamına gelen sözünü ilginç olanı Kur'an-ı Kerim'in aktardığı Firavun ve devlet erkanının şu sözleridir "Ey büyücü, bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdin hürmetine bizi bağışlamasını dile, artık yola geleceğiz." Musibetle yüzyüze gelmişler. Başlarındaki belayı kaldırması için Musa'dan yardım istiyorlar, ona yalvarıyorlar. Buna rağmen ona "Ey büyücü" diyorlar. Aynı şekilde "Bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdin hürmetine..." diyorlar. Oysa Musa, onlara ben "alemlerin Rabbinin" elçisiyim, diyor. Alemlerin Rabbi, sadece onun Rabbi değil. Ne var ki, ne somut mucize, ne de peygamberin sözleri onların taşlaşmış kalplerine etki etmiyor. "Artık yola geleceğiz" demelerine rağmen, içlerinde imanın yumuşaklığından eser yok."Fakat biz onlardan azabı kaldırınca sözlerinden dönmeye başladılar."Şu da var ki, kitleler somut mucizelerden etkilenebilirler. Gerçek, onların kandırılmış gönüllerine yol bulabilir. Bu sırada Firavun tacıyla, tahtıyla, saltanatıyla, göz kamaştırıcı süsleri ve ihtişamı içinde görünüyor. Yüzeysel mantığıyla sıradan halk kitlelerinin aklını çeliyor. Firavunun mantığı yüzeyseldir ama, baskıcı zorba yönetimlerde kul-köle haline getirilmiş, kibire, şatafata konan kitlelér nezdinde geçerli olan bu mantıktır. 51- Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki "Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?52- "Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?"53- "Ona altın bilezikler verilmedi, yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?"54- İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi. Onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir mülkü ve Firavun'un ayaklarının altından akan nehirler halk kitlelerinin gözleriyle gördükleri ve görkeminden etkilenip büyüklendikleri şeylerdi. Onlara işaret edilmiş olması kitleleri etki altına alıp isteneni kabul ettirmek için yeterliydi. Fakat göklerin, yerin ve her ikisinin arasındaki varlıkların oluşturduğu olağanüstü mülkü -ki Mısır mülkü bu mülk içinde hiçbir değer ifade etmez- hissetmek için, onunla Mısır'ın basit ve değersiz mülkünü yerli yerine koymak, gerçek değerlerini vermek için mü'min kalpler şatafatlı yıldızlı şeyler, köleleştirilmiş, tağutların kulu haline getirilmiş, çeşitli entrikalarla aldatılmış halk kitlelerinin gözünü kamaştırır. Aklını ve kalbini bunların aldatıcı etkisinden kurtarıp ta uçsuz bucaksız evren mülkünü düşünemez, yüzden Firavun bu gönüllerin tellerine nasıl dokunacağını, onları yalın, yaldızlı ve şatafatlı mülküyle baştan çıkaracağını bilmişti."Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?"Bununla Hz. Musa'nın bir kral, bir emir, gözle görülür bir servet ve güç sahibi olmadığını kastediyor. Belki de bununla, onun kul-köle haline getirilmiş, horlanmış halka, yani İsrailoğullarına mensup olduğuna işaret ediyor. "Neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adam" sözüyle de Mısır'dan çıkmadan önce, Musa'nın dilindeki tutukluğu istismar etmek istiyor. Yoksa Hz. Musa yüce Allah'a dua edip "Ya Rabbi gönlümü genişlet, görevimi kolaylaştır. Dilimin düğümünü çöz." Taha suresi, 25-27 diye yalvarınca yüce Allah duasını kabul etmişti. Dilindeki düğüm çözülmüş, açık ve meramını anlatabilecek şekilde konuşur kandırılmış, sıradan halk kitlelerine göre, Mısır'ın mülküne sahip olan, ülkesinde baştan başa nehirler akan Firavun, gerçek sözü söylemesine, peygamberlik makamında olmasına ve insanı azaptan kurtulmaya çağırmasına rağmen Musa'dan -selâm üzerine olsun- daha hayırlı olacaktır!."Ona altın bilezikler verilmeli değil miydi?"Evet! Şu basit ve değersiz süsleri altından bilezikleri, bir peygamberin peygamberliğinin doğruluk ölçüsü olarak görüyorlar. Onlara göre altın bilezikler, yüce Allah'ın saygın peygamberini desteklemek amacı ile sunduğu birçok mucizeye denktir. Belki de altın bileziklerle onun krallık tacını giymiş olmasını kastediyor. Çünkü o günkü gelenekleri böyleydi. Buna göre peygamber mülk ve saltanat sahibi olmalıydı!"Yahud yanında kendisiyle beraber yardımcı melekler gelmeli değil miydi?"Bu da bir başka itiraz. bir başka açıdan çekiciliği var bunun. Halk kitleleri bu yanıltıcı itiraza kanıyorlar. Aynı zamanda bu, ilgi uyandıran, sık sık tekrarlanan ve birçok peygambere karşı kullanılan bir tağutların halk kitlelerinin aklını çelmesinde, dolayısıyle aşağılayıcı davranışlar sergiletmesinde şaşılacak birşey yok. Öncelikle zorbalar halk kitlelerini bilgi edinme yollarından yoksun bırakırlar. Gerçekleri örtbas edip bunları unutmalarını sağlarlar. Bu alanda objektif bir araştırmaya izin vermezler. Bilinçlerini diledikleri gibi şartlandırırlar. Öyle ki bir süre sonra ruhları bu yapay etkenlere göre biçimlenir. Bundan sonra akıllarının çelinmesi kolaylaşır. Onları yönlendirmek çok rahat olur. Rahatlıkla onları bir sağa bir sola çevirip halk kitleleri dosdoğru yürümeyen, Allah'ın ipine sarılmayan, eşya ve olayları iman terazisiyle ölçmeyen kimseler yani yoldan çıkmış fasıklar olmasalar tağutlar, diktatörler bunu yapamazlar. Mü'minleri ise, kandırmak, akıllarını çelmek, yele kapılmış bir tüy gibi onlarla oynamak son derece güçtür. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, halk kitlelerinin Firavun'u onaylamalarını bu açıdan yorumluyorlar ve şöyle diyor"İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi.""İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi "Ve sınama, uyarma, gerçekleri gösterme aşaması sona eriyor. Artık yüce Allah onların inanmayacaklarını biliyor. Mü'minlere yönelik baskılar artmış, halk kitleleri, büyüklenen, gurura kapılan Firavun'a boyun eğmiş, Allah'ın ayetlerinden, gerçeği gösteren belgelerden, nurdan kaçınmış, gözlerini koparmıştır. Böylece yüce Allah'ın sözü yerine gelmiş; tehdidin gerçekleşme zamanı gelmiştir 55- Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, böyle hepsini suda Böylece onları, sonrakiler için hem bir örnek, hem de bir ibret yüce Allah intikam alışından, kafirleri yerle bir edişinden sözediyor; böylece onların bu tutumları karşısında ne kadar öfkelendiğini, nasıl gazaplandığını gösteriyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor "Bizi öfkelendirince" Yani bizi çok kızdırınca "Onlardan intikam aldık, böylece hepsini suda boğduk." Yani Firavun'u, saray mensuplarını, ileri gelenleri ve Firavun'un ordusunu suda boğduk. Bunlar Musa ve kavmini izlerken suda boğuldular. Yüce Allah onları daha sonra gelecek her zalim için bir örnek haline getirdi "Böylece onları sonrakiler için bir örnek yaptık." Onlardan sonra gelen toplumların ders alacakları bir ibret tablosu yaptık. Bu toplumları onların kıssalarını öğrenip, kendileri için dersler Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssasından sunulan bölüm Arapların kendilerine gönderilen saygın peygamberleri karşısında takındıkları tavrı sergileyen ve aralarında benzerlik bulunan bu bölümle aynı noktada buluşuyor. Bu yüzden Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve onun çevresinde bulunan mü'minler moral buluyorlar. Kur'an-ı Kerim bu kıssayı sunmakla bir anlamda Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren müşrikleri sakındırıyor, kendilerinden önce aynı tavrı takınan toplumların başına gelen akıbetin benzeri bir felaketle onları uyarıyor...Kıssanın sunuluşundaki gerçek, kıssadan sunulan bölüm ile fiili durum ve bu durumla ilgili olarak bu bölümün sunuluşu ile güdülen amaç arasındaki ahenk aynı noktada buluşuyor. Böylece kıssa, hikmetlerle dolu ilahi hayat sisteminde bir eğitim aracı işlevini ardından Arapların meleklere kulluk sunuşları ve bazı kitap ehli toplulukların İsa Mesihe tapmaları ile ilgili tartışmaya girişmeleri münasebetiyle surenin akışı Hz. Musa'nın kıssasından alınan bu bölümden Hz. İsa'nın kıssasından bir bölüme geçiyor. Bu da surenin son dersini bu son dersinde, yine onların meleklere tapmaya ilişkin efsaneleri anlatılıyor. Bununla ilgili olarak onların çıkardıkları bir tartışma gündeme getiriliyor. Burada onlar dayanaksız, boş inançlarını savunuyorlar. Fakat amaçları gerçeği bulmak değildir. Asıl amaçları tartışmak, yalan yanlış düşüncelerde ısrar etmektir!Onlara "Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar, cehennem odunusunuz." Enbiya suresi, denildiği zaman... Hiç kuşkusuz bununla, melekleri temsilen diktikleri, sonra da bizzat onlara kulluk sundukları putları kastediliyordu. Onlara "Allah'tan başkasına kulluk sunan her kişi kulluk sunduğu şeyle birlikte ateşe girecektir" denildiği zaman... Derhal bazıları Meryemoğlu İsa'yı -selâm üzerine olsun- örnek veriyordu. -Nitekim O'nu izleyenlerden bazı sapıklar ona kulluk sunuyordu-. "O da ateşe girecek mi?" diye soruyorlardı. Bu tamamen tartışmaya yönelik, sadece yanlışta ısrar için yöneltilen bir soruydu. Sonra şöyle diyorlardı Ehli kitap, bir insan olan İsa'ya kulluk sunduğuna göre biz onlardan daha doğru yoldayız. Çünkü biz Allah'ın kızları olan meleklere tapıyoruz. Hiç kuşkusuz bu, asılsız, saçma bir münasebetle surenin akışı, Meryemoğlu İsa'nın kıssasının bir hükmünü sunuyor. Burada onun gerçek niteliğini, insanlara sunduğu dininin gerçek mahiyetini, kendisinden önce ve sonra soydaşlarının içine düştükleri görüş ve inanç ayrılıklarını gözlerimizin önüne normal inanç sisteminden uzaklaşan tüm sapıkları, kıyametin ansızın gelip çatması ile tehdit ediyor. Burada uzun bir kıyamet sahnesi sunuluyor. Sahne, Allah'tan korkanların muttakilerin ulaştıkları nimeti yansıtan bir sayfa ile suçluların tattıkları elem verici azaba yansıtan bir sayfayı akışı, onların meleklere ilişkin olarak dillerine doladıkları efsaneleri çürütüyor, bertaraf ediyor. Yüce Allah'ın onların yakıştırmalarından uzak olduğunu vurguluyor. Onu bazı sıfatları aracılığı ile kullarına tanıtıyor. Gökler, yeryüzü, dünya ve ahiret üzerindeki sınırsız mülkiyetini ve herkesin O'na döneceğini dile Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- yönelik bir direktifle sona eriyor. Burada Peygamber efendimizden onlardan uzak durması, onlardan yüz çevirmesi, onları ileride görecekleri azapla başbaşa bırakması isteniyor. Hiç kuşkusuz bu, bunca açıklamaya, apaçık duyuruya rağmen hâlâ tartışmayı sürdürenlerin, yalan yanlış düşüncelerde ısrar edenlerin bu tutumlarına yaraşır üstü kapalı bir tehdittir 57- Meryemoğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca hemen kavmin yaygarayı "Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?" dediler. Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya onlar, kavgacı bir toplumdur. 59- O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir Eğer biz dileseydik, sizin yerinize, yeryüzünde melekler yaratırdık da sonra yerinize O kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, bana uyun. Doğru yol Şeytan sizi bundan alıkoymasın. Çünkü g sizin için açık bir İbn-i İshak Peygamber efendimizin hayatına ilişkin kitabında şunları anlatır Bana ulaşan haberlere göre birgün Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Mescitte Kabe'de Velid b. Muğire ile birlikte oturuyordu. O sırada Nadr b. Haris de gelip onların yanına oturdu. Mescitte birden çok Kureyşli de bulunuyordu. Peygamber efendimiz konuşuyor Nadr b. Haris de ona karşı çıkıyordu. Peygamberimiz onu susturuncaya kadar konuştu. Sonra da hem ona hem de diğerlerine şu ayeti okudu "Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar cehennem odunusunuz. Hepiniz oraya gireceksiniz." Enbiya suresi, 98 Sonra peygamberimiz onlardan ayrılıp gitti. Bu sırada Abdullah b. Ze'barî et Temimî gelip onların yanına oturdu. Velid b. Muğire ona şunları söyledi "Vallahi Nadr b. Haris Abdulmuttalib'in oğlu karşısında konuşamadı! Muhammed bizim ve tanrılarımızın cehennem yakıtı olduğunu ileri sürüyor." Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari "Vallahi onu bulursam tartışırım ve kesinlikle onu yenerim" dedi. Sonra şunları ekledi Sorun Muhammed'e Allah'tan başka tapılan herkes tapanlarla birlikte ateşte midir? Çünkü biz meleklere tapıyoruz, Yahudiler Üzeyre, Hristiyanlar da Meryemoğlu İsa'ya tapıyorlar. Abdullah b. Zeb'ari'nin bu sözleri Velid b. Muğire ve orada bulunanların hoşuna gitti. Onlara göre Abdullah, Peygamber efendimize karşı iyi bir delil bulmuştu, onu yenecekti! Gidip bu söylenenleri Peygamber efendimize anlattılar. Peygamberimiz de şöyle dedi "Allah'tan başka kendisine tapılmasını isteyen herkes tapanlarla birlikte ateştedir. Yahudi ve Hristiyanlara gelince onlar sadece şeytana ve ona ibadet etmelerini isteyen kişilere tapıyorlar." Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi "Daha önce akıbetlerinin iyi olacağım takdir ettiğimiz kimselere gelince, onlar cehennemden uzak tutulacaklardır" Enbiya suresi, 101 Yani İsa, Üzeyr ve ikisi ile birlikte kafirlerce ibadet edilen, ama yüce Allah'a kulluk sunmaya devam eden Hahamlar ve papazlar cehennemden uzak tutulacaklar. Çünkü onlardan sonra gelen sapıklar onları Allah'tan başka Rabbler edinmişler. Ardından, Hz. İsa'dan sözedilmesi, Allah'ın dışında ona da ibadet edildiği meselesi, bundan dolayı Velid'in memnun olması orada bulunanlarla birlikte bunu tartışmada ileri sürülecek susturucu bir kanıt olarak algılaması üzerine şu ayet iniyor "Meryemoğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca hemen kavmin yaygarayı bastı." Yani senin durumuna gelmeye, keyiflenmeye yazarı Zemahşeri şöyle der Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Kureyşlilere "Siz ve Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız sözde ilahlar cehennem odunusunuz" ayetini okuyunca Kureyşliler korkunç bir moral bozukluğuna uğradılar, çok öfkelendiler. Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari "Ya Muhammed bu dediğin sadece bize ve tanrılarımıza mı özgüdür, yoksa bütün milletler i in de mi geçerlidir?" dedi. Peygamber efendimiz "Sizin, tanrılarınız ve tüm milletler için geçerlidir" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Zeb'ari "Ka'be'nin Rabbine andolsun ki, şimdi seni mat ettim. Sen değil misin Meryemoğlu İsa'nın peygamber olduğunu ileri süren, onu ve anasını iyilikle anan? Sen de biliyorsun ki Hristiyanlar ona ve anasına kulluk sunuyorlar. Üzeyr'e de tapılıyor. Ayrıca meleklere de tapılıyor. Eğer bu saydıklarım cehenneme gideceklerse, bizim ve tanrılarımızın onlarla birlikte olmasına razıyız" dedi. Bu sözler üzerine müşrikler neşelendiler, gülmeye başladılar. Peygamberimiz de sustu. Bunun üzerine yüce Allah "Daha önce akıbetlerinin iyi olacağını takdir ettiğiniz..." Enbiya suresi, 98 ayeti ile birlikte sözkonusu olan bu ayeti de indirdi. Buna göre ayetin anlamı şöyledir Abdullah b. Zeb'ari Meryemoğlu İsa'yı örnek göstererek, Hristiyanların O'na kulluk sunmaları hususunda Hz. Peygamberle tartışmaya girince "senin kavmin" yani Kureyşliler, bu örnekten dolayı "yaygarayı bastı". Hz. Peygamberin tartışma sırasında susup cevap verememesinden duydukları memnuniyetin, sevincin, mutluluğun ifadesi olarak çılgınca bağırdılar, sevinç naraları attılar. Tıpkı ileri sürülen güçlü bir kanıt karşısında zor durumda kalıp ta bir çıkış yolu bulunca sevinçten çığlık atan insanlar gibi yaygarayı bastılar. Ayette geçen Yesiddûne" kelimesi "yesuddûne" şeklinde okuyanlar; -ki bu durumda "sudûd" mastarından türetilmiş olur- ayete şu anlamı vermiş olurlar Senin kavmin bu örnekten dolayı gerçeğin ortaya çıkmasına engel oluyor, ondan yüz çeviriyorlar... Bazıları da bu kelimenin "sadid" mastarından türediğini söylemişlerdir. Bu ise, zırh, cübbe demektir. Bu iki kelime "Ye'kufu" ve "Ye'kifu" gibi iki türlü de çekilebilen fiillerdendi. "bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?' dediler." Bununla şunu kastediyorlar Sana göre bizim tanrılarımız İsa'dan daha hayırlı değildirler. Şayet İsa da cehennem yakıtı olacaksa, o zaman bizim tanrılarımızın işi daha yazarı bu bilgiyi nereden edindiğini anlatmıyor. Fakat söyledikleri İbn-i İshak'ın anlattıkları ile genellikle İbn-i İshak'ın hem de Zemahşeri'nin anlattıklarından, müşriklerin tartışırken kaypakça davrandıkları, gerçeği bulmak yerine yanlışta ısrar ettikleri, inatçılık yaptıkları anlaşılıyor. Yine bu anlatılanlardan Kur'an'ın onlara ilişkin Enbiya suresi, 101 şu yargısı da somut biçimde ortaya çıkıyor "Onlar kavgacı bir toplumdur." Düşmanlıkta aşırı giden, tartışmayı ısrarla sürdürmede uzmanlaşmış bir toplumdurlar. Çünkü onlar daha baştan itibaren Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Peygamberin ne demek istediklerini anlamışlardı. Ama sözlerini çarpıtmış, genellik ifade edişinden yola çıkarak zihinleri bulandırmaya, birtakım kuşkular ortaya atmaya çalışmışlardı. Buradan hareketle şu inatçı tartışmaya girmişlerdi. Nitekim, samimiyetten yoksun, yönünü kaybeden, gerçek karşısında büyüklenen, bir sözcükte, bir ifadede bulunan bir kuşkuya ve gerçeğe ters düşen bir açığa dayanan herkes bu yola başvurur. Bu yüzden Peygamber efendimiz amacı gerçeği ortaya çıkarmak olmayan, sadece nasıl olursa olsun üstünlük sağlamayı hedefleyen tartışmaya girmeyi şiddetle Cerir diyor ki Bana Ebu Kureyb, Ahmed b. Abdurrahman'dan, o da Ubade b. Ubade'den, o da Ca'fer'den, o da Kasım'dan, Ebu Emame'nin şöyle dediğini anlattı Birgün Peygamber efendimiz halkın yanına geldiğinde gördü ki, Kur'an hakkında birbirleri ile çekişiyorlar. Bunun üzerine, o kadar öfkelendi ki, yüzüne sirke dökülmüş gibi oldu. Sonra şöyle buyurdu "Allah'ın kitabının bir kısmını diğer kısmına karşı kanıt olarak ileri sürüp tartışmayın. Çünkü bir toplum tartışma yolunu tutmadıkça doğrudan sapmaz." Sonra şu ayeti okudu"Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya, onlar kavgacı bir toplumdur.""Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?" ayetinin açıklaması açısından şöyle bir ihtimal de var. Onların meleklere ilişkin efsanelerini sözkonusu eden ayetlerin akışı içinde bu anlam zihinde belirebilir. Şöyle ki Onlar kendilerinin meleklere kulluk sunmalarının, hristiyanların Meryemoğlu İsa'ya kulluk sunmalarından daha iyi olduğunu ileri sürüyorlardı. Çünkü -efsanelerine göre- melekler hem yaratılışları, hem de soyları itibariyle yüce Allah'a daha yakındırlar. Hiç kuşkusuz yüce Allah onların yakıştırmalarından uzaktır, yücedir. Bu durumda, onların sözlerinin üzerine bir değerlendirme cümlesi olarak yeralan "Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. Öyle ya, onlar kavgacı bir toplumdur." ayeti, daha önce işaret ettiğimiz İbn-i Zeb'ari'nin sözlerine bir cevap niteliğini kazanır. Aynı şekilde onların hristiyanların Hz. İsa'ya kulluk sunmalarını örnek göstermelerinin yanlış olduğunu ifade eder. Çünkü hristiyanların bu davranışı tıpkı kendileri gibi tevhidden, yani Allah'ın birliği gerçeğinden sapmak için bir gerekçe olamaz. Bu görüş ve eylemlerin tümü de sapıklıktır. Nitekim bazı tefsirciler de ayeti bu şekilde açıklamışlar. Hiç kuşkusuz bu da ayetin içeriğine yakın bir için şöyle değerlendirme yapılıyor"O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur."Yoksa doğruluktan sapıp ona kulluk sunan bazı hristiyanların sandıkları gibi ibadet edilmesi gereken bir tanrı değildir. O, yüce Allah'ın kendine büyük lütufta bulunduğu bir kuldur. Doğru yoldan ayrılmış hristiyanların O'na kulluk sunmalarından o sorumlu değildir. Sadece yüce Allah ona büyük lütufta bulunmuştur; İsrailoğulları için örnek olsun, ona bakıp, durumlarını düzeltsinler diye..Ne var ki İsrailoğulları örneği unuttular, bu yüzden doğru yoldan akışı buradan hareketle yeniden onların meleklere ilişkin efsanelerine dönüyor. Meleklerin de tıpkı onlar gibi Allah tarafından yaratılan varlıklar olduğunu belirtiyor. Şayet yüce Allah dileseydi melekleri onların yerine yeryüzüne halife tayin ederdi veya bazı insanları meleklere dönüştürür, onları insanların yerine yeryüzüne halife tayin ederdi."Eğer biz dileseydik, sizin yerinize, yeryüzünde melekler yaratırdık da sonra yerinize geçerlerdi."Yaratma konusunda herşey Allah'ın iradesine bağlıdır. Yüce Allah neyin yaratılmasını dilerse o olur. Yüce Allah'ın yarattığı hiçbir varlıkla aralarında soy bağı yoktur. Hiç kimsenin, yaratılan-yaratıcı, kul-Rabb, ibadet eden-ibadet edilen ilişkisi dışında onunla bir bağı ayetlerin akışı Hz. İsa'ya ilişkin bazı açıklamalarda bulunuyor. Yalanladıkları veya olup olmayacağında kuşku duydukları kıyameti hatırlatıyor"O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, buna uyun. Doğru yol budur."Hz. İsa'nın -selâm üzerine olsun- kıyametin kopmasından önce yeryüzüne ineceğine ilişkin birçok hadis var dilimizde. Nitekim bu ayette ona işaret etmektedir "O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir' Yani Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu bilinir. İkinci bir okuyuş tarzı da ayet şöyle okunur "Ve innehu le alemun lissati". Yani onun inişi kıyametin belirtisidir, alâmetidir. Her iki okuyuş tarzı da aynı anlamı ifade Hureyre -Allah ondan razı olsun- Peygamber efendimizin şöyle dediğini anlatır "Beni elinde tutan Allah'a andolsun ki, Meryemoğlu İsa'nın adil bir hükümdar olarak gökten inip haçı kırması, domuzu öldürmesi, cizyeyi kaldırması çok yaklaştı. O zaman mal o kadar bollaşacak ki, hiç kimse bir başkasından birşey almayı kabul etmeyecektir. Bir tek secde, dünya ve içindekilerden daha hayırlı olacaktır." İmam Malik, Buhari, Müslim ve Ebu DavudCabir -Allah ondan razı olsun- Peygamber Efendimizin şöyle dedïğini anlatır "Benim ümmetimden her zaman hak uğruna savaşacak bir grup bulunacaktır. bunların mücadeleleri kaybolmadan kesintisiz kıyamete kadar sürecektir. Meryemoğlu İsa gökten inecek ve bu grubun lideri İsa'ya "Gel, önümüze geçip namazımızı sen kıldır" diyecek. İsa "Hayır, siz birbirinizin emirisiniz. Bu, yüce Allah'ın bu ümmete yönelik bir lütfudur" diyecek." MüslimHz. İsa'nın gökten inişi, doğru sözlü ve güvenilir peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- sözünü ettiği ve yüce Kur'an'ın işaret ettiği bir gaybtır. Kıyamet gününe kadar değişmeden kalacak bu iki kaynaktan gelen bilgilerden başka, bu meseleye ilişkin olarak herhangi bir insanın söyleyebileceği bir söz olamaz. "O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, bana uyun. Doğru yol budur'Onlar kıyametin kopacağından kuşku duyuyorlardı. Kur'an onları kesin inanca çağırıyor. Doğru yoldan kaçıyorlardı, Kur'an onları Peygamberin diliyle kendisine uymaya çağırıyor. Çünkü o, onları dosdoğru yola, hedefe ulaştıran yola iletir. Bu yolu izleyen kesinlikle arada Kur'an-ı Kerim sapıklıklarının, doğru yoldan kaçmalarının şeytana uymalarından kaynaklandığını açıklıyor. Oysa peygamber daha çok uyulmaya layıktır"Şeytan sizi bundan alıkoymasın. Çünkü o, sizin için açık bir düşmandır."Kur'an-ı Kerim sürekli, insanlara ataları Adem'den bu yana ve cennetteki ilk çatışmadan beri süregelen şeytanla aralarındaki kesintisiz savaşı hatırlatır. Bir düşmanının olduğunu ve bu düşmanın bilerek ve planlayarak pusuda beklediğini bildiği ve sık sık uyarıldığı halde gerekli önlemleri alacağına, üstüne üstlük gidip bu apaçık düşmanı izleyen insandan daha gafil, daha ahmak biri bulunamaz!İslam, insanın şu yeryüzündeki hayatı boyunca şeytanla aralarındaki kesintisiz savaşta onu desteklemiş ve bu savaşta şeytanı yenmesi durumunda insanın aklına gelmeyecek ganimetler hazırlamıştır. Yine, bu savaşta şeytana yenik düşmesi durumunda da aynı şekilde insan aklının alamayacağı zararları hazırlamıştır. Bu amaçla insanın içindeki savaşma yeteneğini bu kesintisiz çatışmaya yöneltmiştir. Bu çatışma insanı bambaşka bir insan haline getirir, değişik özelliklere ve yeteneklere sahip canlılar içinde kendine özgü özellikleri bulunan bir varlık haline getirir. İnsan için şu yeryüzünde gerçekleştirilmesi gereken en büyük hedef olarak şeytanı yenmeyi, dolayısıyle kötülüğü, pisliği, iğrençliği yenmeyi gösterir. Bir de yeryüzüne iyiliğin, iyiliği tavsiye etmenin ve temizliğin ilkelerini yerleştirmeyi hedef olarak değinmeden sonra surenin akışı yeniden Hz. İsa'nın gerçek kişiliğini, getirdiği dinin gerçek mahiyetini, soydaşlarının kendisinden önce nasıl görüş ve inanç ayrılıkları içinde bocaladıklarını, yine kendisinden sonra ne şekilde gruplara ayrıldıklarını açıklıyor 63- İsa açık delilleri getirdiği zaman dedi ki "Size hikmetle ve ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını açıklamak üzere geldim. Allah'a karşı gelmekten sakının, bana itaat edin."64- "Çünkü Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin. İşte bu, doğru bir yoldur."65- Ama aralarında çıkan gruplar, birbiriyle ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline!Hz. İsa gerek yüce Allah'ın kendisi aracılığı ile gerçekleştirdiği somut mucizelerden, gerekse doğru yola iletici söz ve direktiflerden oluşan açık ve anlaşılır belgeler getirmişti kavmine. Hz. İsa soydaşlarına "Size hikmet getirdim" demişti. Kendine hikmet verilen biri, birçok iyiliklere sahip demektir. Ayağı kaymaktan ve düşmekten korunmuş, aşırılıktan ve eksikliklerden emin olmuş demektir. Yolda kendine güvenir bir şekilde ölçülü ve aydınlık bir istikamette adımlarını atar. Bunun yanısıra Hz. İsa soydaşlarının içine düştükleri bazı görüş ayrılıklarını açıklığa kavuşturmak için gelmişti. Çünkü soydaşları Hz. İsa'nın getirdiği hayat sistemi şeriat hakkında farklı görüşlere sahiptiler. Bu farklı görüşlere bağlı olarak gruplara, fraksiyonlara bölünmüşlerdi. Hz. İsa bu grup ve fraksiyonları Allah tan korkmaya, ve Allah katından getirdiği kitaba uymak suretiyle ona kulluk sunmaya çağırdı. Bu amaçla hiçbir kapalılığa yer vermeden, karanlık bir nokta bırakmadan, gerçeği olanca çıplaklığı ile sunma hususunda hiçbir taviz vermeden katışıksız tevhid mesajını yani Allah'ın birliği gerçeğini açıkça duyurdu "Allah benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir' Hz. İsa, kesinlikle "Ben ilahım" dememiştir. Asla "Allah'ın oğluyum" dememiştir. Kendisinin kulluğu ve alemlerin Rabbi olan Allah'ın Rabblığı dışında uzaktan, yakından Rabbi ile aralarında bir başka bağın varlığına işaret etmemiştir. Onlara İşte doğru yol budur, dolambaçsız, zikzaksız yol budur. Bu yolda ayaklar kaymaz, sağa sola sapılmaz demiştir. Ne var ki ondan sonra gelenler, tıpkı ondan önceki soydaşları gibi gruplara bölündüler. Bir gerekçeden, yahut bir kuşkudan dolayı değil, tamamen zalim oluşları nedeniyle bölündüler "Acı bir günün azabı kaysında vay o zalimlerin haline!"Kuşkusuz Hz. İsa'nın dini İsrailoğullarına yönelikti, onlar için gönderilmişti. İsrailoğulları uzun süreden beri, kendilerini Roma İmparatorluğunun baskısından, boyunduruğundan kurtarması için onu bekliyorlardı. bu bekleyiş uzun zaman sürdü. Ama Hz. İsa gelince, onu tanımadılar, karşı çıktılar. Onu çarmıha germeye İsa geldiği zaman İsrailoğullarını çeşitli gruplara, mezheplere bölünmüş durumda buldu. Bunların en önemlisi şu dört gruptuI. SADÛKİLER Bunlar "saduk"a bağlıydılar. Hz. Davud ve Süleyman selam üzerlerine olsun- döneminden bu yana kahinlik yetkisi ona ve ailesine verilmişti. Geleneğe göre kahinin soyu, Musa'nın kardeşi Harun'a kadar uzanmalıydı. Yahudilerin mabedinin yönetimi onun soyunun elindeydi. Bunlar görevleri ve meslekleri gereği ibadetlerin şekillerine ve ayinlere büyük önem verirlerdi. "Bid'at"lara karşıydılar. Bununla beraber çok sefih bir özel hayatları vardı. Hayatın zevklerinden sorumsuzca yararlanırlardı. Kıyametin kopacağını da kabul FERİSÎLER Bunlar sadukîlerle sürekli mücadele ediyorlardı. Onların ayinlere ve ibadet şekillerine fazlasıyla önem vermelerini, ölümden sonra dirilişi, ve kıyamet gününde hesaplaşmayı inkar etmelerini yadırgıyorlardı. Ferisîlerin en belirgin özellikleri, mistik ve tasavvufi bir hayat tarzı seçmeleriydi. Bununla beraber içlerinde bilgelikleri ile övünenler, büyüklenenler de yok değ,ildi. Hz. İsa onların bu kibirlerini ve gösterişli sözlerini yererdi. .III. SAMİRÎLER Bunlar Yahudi ve Asur karışımı bir gruptular. Musevi kitapları olarak bilinen eski dönemden kalma beş kitaba uyuyorlardı. Sonraki dönemlerde bunlara eklenen ve diğer gruplarca kutsal olarak bilinen öteki kitapları kabul ASİLER veya ESSİNÎLER Bunlar bazı felsefï akımların etkisinde kalmışlardı. Diğer yahudi gruplardan kopuk bir hayat yaşıyorlardı. Nefse eziyet etme, dünya nimetlerinden yararlanmama yolunu tutmuşlardı. Aynı şekilde cemaatlerinde de sıkı bir düzen dışında ferdi düzeyde daha birçok mezhep ve grup vardı. Roma İmparatorluğunun baskısı altında ezilen, aşağılanan, horlanan ve herkesin beklediği kurtarıcının eliyle kurtarılmayı bekleyen İsrailoğulları o sıralarda bir inanç ve gelenek karmaşası içinde İsa "Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir" şeklinde duyurduğu tevhid, yani Allah'ın ruhsal arınmayı ve insan kalbine yönelmeyi ayin ve şekillerden öncelikli tutan şeriatı getirince sadece ibadetlerin dış görünüşüne ve ayinlere önem vermeyi meslek haline getiren din adamları ona savaş ilan İsa'nın şu sözü onların durumunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor "Onlar ağır yükler hazırlıyor ve insanları bu ağırlıkları omuzlamaya yöneltiyorlar. Fâkat yardım için parmaklarını bile uzatmıyorlar. Bütün yaptıklarını insanlar kendilerîne baksınlar diye yapıyorlar. Sarıklarını gösterişli biçimde sarıyor, cüppelerinin eteklerini uzatıyorlar. Ziyafetlerde ilk sedire kuruluyor, toplantılarda baş köşedeki yere oturuyorlar. Sokaklarda kendilerine selam verilmesini, nereyé giderlerse gitsinler, kendilerine "efendim... efendim..." denilmesini istiyorlar."Yine Hz. İsa onlara seslenirken şöyle diyor "Ey kör kılavuzlar. Sivrisinekten dolayı insanları hesaba çekerken, kendileri deveyi hamuduyla yutanlar... Siz kadehin ve yemek tabağının dışını temizliyorsunuz oysa her ikisinin de içi pislik ve artıkla doludur. Yazıklar olsun size ey riyakar yazıcılar, Ferisîler. Sizler beyaza boyanmış kabirler gibisiniz, dışı parlak, içi çürük kemik dolu."İnsan Hz. İsa'ya dayandırılan bu sözleri ve bu konuya ilişkin olarak yeralan başkalarının sözlerini okuduğu zaman günümüzde dini meslek edinen din adamlarını düşünüyor. Bu, insanların her yerde görebildikleri, dini resmi bir meslek haline getiren din adamlarının değişmez Hz. İsa Rabbine gitti. Ona uyanlar da ondan sonra bölündüler. Gruplara, fraksiyonlara ayrıldılar. Bazıları onu tanrılaştırdı. Bazıları da onun Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürdü. Bir kısmı da Allah'ın üç olduğuna, ve İsa'nın bu üçten biri olduğuna inandı. Böylece Hz. İsa'nın sunduğu saf tevhid inancı - yani Allah'ın birliği inancı- kayboldu. Bununla birlikte, Rabblerine sığınmaları, dini tamamen O'na özgü kılmak -yani sadece O'nun hayat sistemine uymak- suretiyle O'na kulluk sunmaları için insanlara yönelttiği çağrı da unutulup gitti."Aralarında çıkan gruplar, birbiriyle ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zalimlerin haline!"Sonra da Arap müşrikleri kalkıyor, Hz. İsa hakkında ondan sonra ortaya çıkan değişik grupların yaptıklarını, onun hakkında uydurdukları efsaneleri Peygamber efendimize karşı delil olarak ileri akışı zalimlerden söz ediyorken, Hz. İsa'dan sonra aralarında görüş ve inanç ayrılıkları başgösteren gruplar ile bu grupların yaptıklarını Peygamber efendimize karşı delil olarak kullanmaya kalkışan Arap müşrikleri bir araya getiriliyor ve kıyamet günündeki durumları uzun ve ürpertici bir sahnede tasvir ediliyor. Bu sahne aynı zamanda kendilerine büyük ikramda bulunulmuş muttakilerin nimetlerle dolu cennetlerdeki durumlarını da kapsıyor 66- Onlar illa o saatin kendilerinin hiç farkında olmadıkları bir sırada, ansızın başlarına gelmesini mi bekliyorlar?67- O gün takva sahipleri dışında, dost olanlar birbirlerine düşman Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz Onlar, ayetlerimize inanmış ve müslüman olmuş Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete Onların önünde altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çektiği, götlerin hoşlandığı herşey var. ve siz, orada ebedi İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz74- Suçlular, cehennem azabında ebedi Kendilerinden azab hiç hafiflemeyecektir. Onlar azab içinde ümitsizdirler. ,76- Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zalim idiler77- "Ey Malik! Rabbin bilim işimizi bitirsin" diye seslenirler. Malik de "Siz böyle kalacaksınız" kıyametin ansızın kopuvermesiyle başlıyor. Onlarsa bundan habersizdirler. Kıyametin gelip çattığının farkında değildirler"Onlar illa o saatin kendilerinin hiç farkında olmadıkları bir sırada, ansızın başlarına gelmesini mi bekliyorlar?"Bu sürpriz gelişme tuhaf bir olaya neden oluyor. Onların dünya hayatında alışageldikleri herşeyi altüst ediyor."O gün takva sahipleri dışında, dost olanlar birbirlerine düşman olurlar."Dostların düşman haline gelmesini, sevgilerinin kendisinden kaynaklanıyor. Çünkü onlar dünya hayatında kötülük etrafında birleşiyorlardı, birbirlerini sapıklığa yöneltiyorlardı. Bugünse birbirlerini kınıyorlar. Sapıklığın sorumluluğunu, kötülüğün akıbétini birbirlerinin üzerine atıyorlar. Bugün birbiriyle çekişen düşmanlara dönüşmüşler. Oysa dostların birbirlerini kurtarması gerekiyordu. "Takva sahipleri hariç..." Onların sevgisi, dostluğu kalıcıdır. Onlar doğru yolda birleşmişlerdi, birbirlerine iyiliği tavsiye etmişlerdi. Sonuçta da dost olanların ahirette düşman haline gelip birbirlerini suçladıkları sırada, tüm varlıklar müttakilere yönelik şu yüce ve onurlandırıcı duyuru ile çınlıyor"Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz." "Onlar, ayetlerimize inanmış ve müslüman olmuş kullarımdı." "Siz ve eşleriniz, ağırlanmış olarak cennete giriniz."Yani sevinciniz, neşeniz yüz hatlarınızdan ve davranışlarınızdan taşarak, büyük bir mutluluk içinde giriniz -hayal gözüyle- altından kadehler ve tepsilerle çevrelerinde dolaşıldığını seyrediyoruz. Onlar için canlarının çektiği herşeyin cennette bulunduğunu görüyoruz. Canın çektiği şeylerin yanısıra, gözler de gördüklerinden zevk alıyorlar. Onlara yönelik ikram hem eksiksizdir, hem de göz zevkini okşayacak kadar güzeldir."Onların önünde altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çektiği, gözlerin hoşlandığı herşey var!"Bu nimetlerin yanısıra, daha büyük ve daha üstün bir lütuf var ki, o da yüce Allah'ın onlara yönelik onurlandırıcı şu hitabıdır"Siz orada ebedi kalacaksınız.""İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur." "Orada sizin için bol bol meyveler vardır, onlardan yersiniz."Biraz önce birbirlerini suçlayarak çekişirken bıraktığımız suçlular ne durumdadır acaba?"Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır."Bu, en zor, en dayanılmaz düzeyde, sürekli bir azaptır. Bir saniye durmaz, bir an için olsun soğumaz. Kurtulma ümidini taşıyan tek bir parıltı yok. Uzaktan da olsa tek bir ümit ışığı görünmez. Her yönden ümitlerini keserek kara kara düşünüyorlar ""Kendilerinden azap hiç hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümitsizdirler."Bunu kendi başlarına getiren onlardır. Kendilerini bu korkunç akıbete kendileri sürükledi. Onlar zalimdirler, zulme uğramış değildirler."Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zalim idiler."Sonra bu atmosfer içinden derinden gelen bir ses yankılanıyor. Bu ses karamsarlığın, sıkıntının ve ümitsizliğin tüm anlamlarını taşıyor."Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin..."Çok uzaklardan, derinden yükselen bir feryattır bu. Oradan, cehennemin kapalı kapılarının ardından yükseliyor. Bu yükselen, o suçlu zalimlerin feryadıdır. Kurtulmak için, yardım istemek için bağırmıyorlar. Çünkü bu konuda herşeyden ümitlerini kesmişler, tamamen karamsardırlar. Tek istedikleri yok olmak. Bir an önce yok olup rahat etmek. Bu şiddetli azap karşısında ölüm onlar için bir arzudur! Bu feryad, sahneye yoğun bir karamsarlık ve sıkıntı havasını veriyor Biz bu feryadın ötesinden azab içinde çırpman, insan gücünü aşan acılarla kıvranan bedenleri görüyor gibi oluyoruz. İşte bu dayanılmaz azabın acısı ile basıyorlar bu canhıraş feryadı "Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin..."Fakat daha beter içlerini karartan, kendilerini aşağılayan bir cevap alıyorlar. Kendilerine önem verilmediğini öğrenmenin ezikliği içinde kalakalıyorlar "Malik de "Siz böyle kalacaksınız' der."Kurtuluş yok, ümit yok... Ölmeniz sözkonusu değil. İşiniz bitirilmeyecek, böyle kalacaksınız!Bu iç karartıcı ve sıkıntılı sahnenin ışığında, haktan hoşnut olmayan, doğru yola girmekten kaçınan, dolayısıyle bu korkunç akıbeti boylayanlara sesleniliyor. Sakındırma ve şaşkınlık ifade etmeye en uygun ortamda hem de şahitlerin özü önünde tutumlarının tuhaflığı, hayret vericiliği dile getiriliyor 78- Andolsun biz size hakkı getirdik; fakat sizin çoğunuz haktan Yoksa bir işe mi karar verdiler? Doğrusu Biz de Yoksa bizim, kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarım işitmediğimizi mi sanıyorlar? Aksine işitiriz ve yanlarındaki elçilerimiz Hz. Peygambere uymayışlarının nedeni haktan hoşnut olmayışlarıdır. Yoksa peygamberin sunduğu mesajını hak içerikli olduğunu kavramadıklarından veya saygın peygamberin doğruluğundan kuşku duyduklarından kaynaklanmıyor bu tutumları. Çünkü onun insanlara yalan isnat ettiğine tanık olmamışlardı. Böyle biri nasıl Allah adına yalan söyleyebilir? Ona iftira atabilir?Gerçeğe karşı savaş açanlar, genellikle onun gerçek olduğunu bilmiyor değildirler. Onlar gerçekten hoşlanmazlar. Çünkü gerçek onların arzuları ile, heves ve hevesleri ile çatışır. Azgın ihtiraslarının yoluna dikilir. Onlar da arzularını, azgın ihtiraslarını frenleyemeyecek kadar zayıftırlar. Fakat hakka ve hak davetçilerine karşı çok cesurdurlar. Dolayısıyle heva ve hevesleri ve azgın ihtirasları karşısındaki zayıflıklarından hakka ve hak davetçilerine karşı bir güç, bir cesaret alıyorlar!Bu yüzden sınırsız ve caydırıcı güce sahip olan, onların gizli duygularını ve kurdukları planları bilen yüce Allah onları şu şekilde tehdit ediyor"Yoksa bir işe mi karar verdiler? Doğrusu biz de kararlıyız.""Yoksa bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Aksine işitiriz ve yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadırlar."Onların yanlışta ısrar edip Hakka karşı olumsuz tavır takınmalarına karşılık yüce Allah'ın kesin emri ve Hakkın üstün gelmesine ve desteklenmesine ilişkin iradesi yeralıyor. Onların karanlıkta buluşup komplolar kurup planlar hazırlamalarına karşılık yüce Allah'ın gizli açık herşeyi bildiği vurgulanıyor. Zayıf, güçsüz ve yetersiz yaratıklar herşeyden güçlü, ve herşeyi bilen yaratıcıya karşı çıktığında akıbet önceden akışı bu dehşet verici tehditten sonra onları kendi hallerine bırakarak Peygamber efendimize yöneliyor ve onlara söylemesi gereken sözü söyledikten sonra, onları bir benzerini az önce gördükleri akıbetleri ile başbaşa bırakmasını istiyor 81- De ki "Eğer Rahman'ın çocuğu olsaydı O'na tapanlardan ilki ben olurdum."82- Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah onların uydurdukları noksan sıfatlardan yücedir, Bırak onları, kendilerine söylenen günlerine kavuşuncaya kadar dal sın, meleklerin Allah'ın kızları olduklarını ileri sürerek onlara tapıyorlardı. Oysa şayet yüce Allah'ın çocuğu olsaydı en başta ona kulluk sunması ve bunu bilmesi gereken Allah'ın peygamberi ve elçisidir. Çünkü Hz. Peygamber Allah'a yakındır ve Allah'a ibadet sunmakta, O'nun emrine uymakta gevşeklik göstermez. Şayet onların ileri sürdükleri gibi Allah'ın bir çocuğu varsa ona gereken saygıyı göstermekte kusur etmez. Oysa Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'tan başkasına kulluk sunmuyor. bu da başlıbaşına, Allah'ın evladı olduğuna ilişkin iddialarının dayanaksız, asılsız, delilsiz olduğunun kanıtıdır. Hiç kuşkusuz yüce Allah bu saçma iddiadan, bu dayanaksız yakıştırmadan uzaktır."Göklerin ve yerin Rabbi, Arşın da Rabbi olan Allah onların uydurdukları noksan sıfatlardan yücedir, münezzehtir'İnsan "Arşın Rabbi" ifadesinin işaret ettiği şu gökleri, yeri, her ikisini yönlendiren kusursuz düzeni, hareketlerindeki ahengi, bu kusursuz düzenin arka planda yeralan yüceliği, ululuğu, egemenliği ve üstünlüğü düşündüğü zaman, müşriklerin ileri sürdüğü türden tüm iddialar, bütün kuruntular küçülür, basitleşir. O zaman bozulmamış fıtratının yalın mantığı ile, bütün bunları meydana getiren, onları yoktan vareden zata, doğan ve üreyen hiçbir yaratığın benzememesi gerektiğini kavrar. Bu yüzden bunun gibi sözlerin boş, saçma, anlamsız ve rastgele savrulmuş olduğunu, bunları tartışmaya, üzerinde konuşmaya değmediğini, önemsenmemesi veya yerilmesi gereken sözler olduğunu anlar."Bırak onları, kendilerine söylenen günlerine kavuşuncaya kadar dalsın, oyalansınlar."Bir sahnesini az önce gördükleri o günkü akıbetleri gelip çatana kadar surenin akışı -onları önemsiz varlıklar gibi bir kenara bırakıp, kendi hallerine terk ettikten sonra- yüce yaratıcıyı, gökler, yeryüzü ve yüce arş üzerindeki Rabblığına yaraşır biçimde övmeye, O'nun bir ve ortaksız olduğunu vurgulamaya koyuluyor 84- Gökteki ilah da, yerdeki ilah da O'dur. O, hakimdir, Göklerin erin ve ikisi arasında bulunan herşeyin mülkü kendisine ait olan Allah yücedir! Kıyametin ilmi de O'nun yanındadır ve siz O'na Allah'tan başka tanrı diye yalvardıkları şeyler, şefaat gücüne ve yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek Hakka şahidlik edenler bunun göklerde ve yeryüzünde egemen olan ilahlığın teklifi vurgulanıyor. Yüce Allah'ın bu niteliği ile ortaksız olduğu, yaptığı herşeyin bir hikmete dayandığı belirtiliyor. O'nun ilminin bu uçsuz bucaksız mülkü kapsadığı yüce Allah "tebareke" ifadesiyle övülüyor, yüceliği ile dile getiriliyor. Yani yüce Allah onların asılsız iddialarından, saçma sapan düşüncelerinden yücedir uludur. O "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların" Rabbidir. Kıyametin ne zaman kopacağını sadece O bilir. Herşeyin dönüşü O'nadır, akıbet O'nun gün, Allah'ın evladı veya ortağı olduğunu ileri sürdükleri hiç kimse, onlardan biri için aracılık yapamaz. Nitekim bunları Allah katında aracılar edindiklerini ileri sürüyorlardı. Oysa gerçeği gören ve ona inananlardan başkası için aracılık yapılmaz. Ayrıca gerçeği görüp inanan biri, onu inkar eden, ona savaş açan biri için aracılık surenin akışı, onları tartışma konusu yapmadıkları, kesinlikle kuşku duymadıkları fıtratlarının yalın mantığı ile yüzyüze getiriyor Evet, onlar kendilerini yaratanın yüce Allah olduğunu kabul ediyorlardı. Peki o zaman niye bir başkasını ona yönelik ibadetlerine ortak ediyorlar? Niçin ona ortak koştukları düzmece ilahlardan aracılık béklentisi içindedirler?87- Andolsun onlara "kendilerini kim yarattı?" diye sorsan, elbette "Allah" Derler. O halde nasıl haktan çeviriliyorlar?Bozulmamış fıtratlarının tanıklık ettiği ve bunun kaçınılmaz mantıksal sonucu olarak kabul ettikleri haktan nasıl yüz çeviriyorlar?Surenin sonunda Hz. Peygamberin Rabbine yönelip onların kafirliklerini, inanmayışlarını şikayet edişi önemsenerek vurgulanıyor88- Resulullah'ın "Ya Rabbi! Bunlar inanmayan bir kavimdir" demesini de Allah biliyor."Hiç kuşkusuz bu ayet, Peygamber efendimizin bu sözünün derinliğinin boyutlarını, nasıl dinlendiğini, nasıl önemsendiğini, yüce Allah'ın nasıl onunla ilgilendiğini ifade Allâh, peygamberinin bu seslenişini -özel bir ilgiyle- cevaplandırıyor; peygamberini onlardan yüz çevirmeye, onları kendi hallerine bırakmaya, onlara aldırış etmemeye, önemsememeye yöneltiyor. Ona güven aşılıyor. Meseleyi selam, hoşgörü ve kalpten gelen bir hoşnutlukla karşılamasını istiyor. Bununla birlikte haktan yüz çeviren inatçılara üstü kapalı bir tehdit savuruluyor. Örtülü her şeyin ortaya çıktığı kıyamet gününde onları bekleyen korkunç akıbet hatırlatılıyor89- Ey Muhammed! Sen şimdilik onlardan yüz çevir ve esenlik dile; yakında bileceklerdir Şuayb ve Daveti Kur’an-ı Kerim’de kıssalar ciddi bir oran teşkil eder ve bu kıssalar üzerinden Rabbimiz mesajını bizlere beliğ bir biçimde ulaştırır. Kur’an kıssalarının üç boyutu vardır; Kıssada anlatılan ve yaşanan zamanı yansıtan boyutu, Bu anlatılanların Mekke’de Hazreti Muhammed dönemine yansıyan boyutu, Son olarak da bugüne ve buraya yani bize yansıyan, yansıması gereken boyutu. Eğer böyle düşünmez de sadece anlatılan zamana takılır kalırsak murad hâsıl olmaz, hâşâ Rabbimiz yalnızca bize tarihi birer bilgi aktarmış Kur’an’da bir anlatılış üslubu vardır. Tabir-i caizse sanki bir film sahne sahne aktarılır. Ama bazen bu sahneler arasında boşluklar vardır, filmlerde de örneğin, “on sene sonra” vs. denilir ya bazen onun gibi. Kimi tarihçiler veya müfessirler bu boşlukları doldurmaya çalışmıştır -ki genelde İsrailiyyat’tan- bu da asıl mesajı gölgeleme tehlikesini içinde barındırmaktadır. Dolayısıyla bizler kıssaların Kur’an’da ve hadislerde geçen taraflarını almalı, gereksiz bilgilere kıssası anlatılan peygamberlerden birisi de Hz. İbrahim’in soyundan gelen, Hz. Musa’nın kayınpederi ve bir nevi piştiği ocağı olan, edeb timsali kızları da Kur’an’da zikredilen Şuayb Şuayb Medyen ve Eyke halkına nebi olarak gönderilmiştir. Bu iki farklı isimle anılan toplumun iki ayrı toplum olduğunu söyleyenler olduğu gibi aynı toplumun iki farklı isimle anıldığını söyleyen müfessirler de yeryüzüne tevhid ve adaleti hâkim kılmak için ilk insandan beri süregelen dinin, davanın, mücadelenin adıdır. Ne tevhidsiz adalet ne de adaletsiz tevhid anlamlıdır. Yeryüzü bazen bunlardan birinin olduğu dönemlere tanık olmuştur, bazen ikisinin olduğu dönemlere bazen de ikisinin de olmadığı dönemlere. Sayıları yüz yirmi dört bini bulan peygamberler zincirinin bir halkası olan Şuayb da işte hem tevhidden hem de adaletten mahrum bir topluma gönderilmiştir. Toplumun öne çıkan helak sebebi ise tartıda/ölçüde hile yapmalarıdır. “Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman, tam ölçerler. Fakat kendileri onlara bir şey ölçüp yahut tartıp verdikleri zaman eksik ölçüp tartarlar.” Mutaffifin, 1-3Konu A’raf, Hud ve Şu’ara surelerinde etraflıca işlenmektedir. Buralarda değinilen meseleleri şu şekilde ele alabiliriz“Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı peygamber olarak gönderdik. Dedi ki “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rabbinizden size açık bir delil gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların mallarını eksiltmeyin. Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. İnananlar iseniz bunlar sizin için hayırlıdır.” A’raf, 85Kardeşleri, yani bildikleri, içlerinden çıkan Şuayb... Ve işte tüm davetçilerin ortak mesajı Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Sonrasında da içinde bulunduğu toplumun temel sorunu; ölçü ve tartıda bölgesinde İslam’ın nasıl yayıldığını az çok duymuşuzdur; dürüst Müslüman tacirler aracılığıyla. Demek ki bu mesele ne kadar önemli ki toplumların kurtuluşuna vesile olduğu gibi helakine de vesile olabiliyor. O halde biz de bu meseleyi önemsemeli davetimizin maddeleri arasına almalıyız. Hele de güven’in çokça zayıfladığı zamanımızda ve coğrafyamızda. Tıpkı Hz. Muhammed toplumundaki Ebu Cehillerin, Ebu Leheblerin, Ebu Süfyanların ticari zulümlerine karşı koyduğu tok gönlü tok Müslüman ticaret erbabının örnekliğine muhtacız. İki cihanda da kazanacak olan bu kimselerdir. Hem de basit bir kazanç değil. “Dürüst, sözüne ve işine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1Yine Buharî’de geçen şu hadis de ticaretle ilgili önemli bir noktayı işaret etmektedir, yalan yere ve çokça yemin ederek mal satma hastalığı "Malın ayıbını ve fiyatını gizlediler ve yalan söyledilerse, belki karları olur fakat alışverişin bereketini mahvederler. Yalan yemin malı sattırır fakat kazancı mahveder." BuhariKıssa devam eder;“Bir de, tehdit ederek Allah’ın yolundan O’na iman edenleri çevirmek, Allah’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermek üzere her yol üstüne oturmayın. Hatırlayın ki, siz az ve güçsüz idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!?” A’raf, 86Müşrik toplulukların temel özellikleri; mü’minleri Allah yolundan çevirme çabası. Bu konuda ne kadar sebatlı ve azimli olduklarını görüyoruz. Batıl dava müntesibleri böyleyken biz inandığımız hakikatler için daha fazla çaba göstermeli değil miyiz?“Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilen gerçeğe inanmış, bir kısmı da inanmamışsa, artık Allah aramızda hükmünü verinceye kadar sabredin. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” A’raf, 87“Şuayb’ın kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki “Ey Şuayb! Andolsun, ya kesinlikle bizim dinimize dönersiniz ya da mutlaka seni ve seninle birlikte inananları memleketimizden çıkarırız.” Şuayb, “İstemesek de mi?” dedi.” A’raf, 88Bu tepki her çağda aynıdır. İnsanları ya kendisi gibi düşünmeye hatta hissetmeye mesela sev ya da terk etmeye, sürülmeye çağırmışlardır. Ama mü’minlerin tavırları zorba müşriklere karşı hep direnmek ve sabretmek olmuştur. Tıpkı Hz. Peygamberin Mekke’den sürülüşü ve mücadelesi gibi, tıpkı Şeyhülislam İbn Teymiyye’nin şu sözlerinde olduğu gibi; Düşmanlarım bana ne yapabilir ki; hapse atılmam halvet, sürülmem hicret, öldürülmem ise şehadettir...’ Ve Hz. Şuayb“Allah, bizi sizin dininizden kurtardıktan sonra eğer ona dönersek mutlaka Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah’ın dilemesi olmadıkça, sizin dininize dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimiz her şeyi ilmiyle kuşatmıştır. Biz yalnız Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında gerçekle hükmet. Çünkü sen hükmedenlerin en hayırlısısın.” A’raf, 89“Şuayb’ın kavminden inkâr eden ileri gelenler dediler ki “Ey ahali! Andolsun ki eğer Şuayb’a uyarsanız, o takdirde mutlaka siz zarar edenler olursunuz.” Derken, onları o korkunç sarsıntı yakaladı da yurtlarında yüzüstü hareketsiz çöke kaldılar. Şuayb’ı yalanlayanlar sanki orada hiç yaşamamışlardı. Şuayb’ı yalanlayanlar var ya, asıl ziyana uğrayanlar onlar oldu.” A’raf, 90-92Dünya sevgisi, daha çok mal arzusuyla harama yönelmek, kul hakkı yemek, malı yığmak ama sonunda hiç yaşamamış gibi olmak. Ne acı! Bugün de içinde yaşadığımız toplumda durum aynı değil mi? İnfak hayatlardan nasıl da çekiliyor, faiz nasıl da normalleşiyor, neredeyse her eve giriyor dersiniz? Tekasür suresinde denildiği gibi Mal çoğaltma arzusu, sizi kabirlere girinceye kadar oyaladı... Tekasür, 1-2“Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı peygamber gönderdik. O, şöyle dedi “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.” Hud, 84“Eyke”, birbirine girmiş sık ağaçlar demektir. Şuayb kavmi ağaçlık bir bölgede yaşadığı için onlara “Eyke halkı” denmiştir. Bu isimden bile aslında kavmin ne kadar bolluk içinde olduğunu görüyoruz, buna rağmen haksız kazanç onları ne hale getiriyor. Bolluğa rağmen bu yollara tevessül size de tanıdık geldi mi?“Dediler ki “Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını, yahut mallarımız hakkında dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana salatın mı emrediyor? Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklı başında bir adamsın.” Hud, 87İşte namazın gerçek işlevi, sahibini kötülüklerden alıkoyduğu gibi çevresine de nizam veriyor. İşte devrimci duruş. Ve işte Akif’in diliyle“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?/ Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!/ Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,/ Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!/ Adam aldırmam da geç git! , diyemem aldırırım./ Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!” hali...

biz bu kitabı mekke ve çevresine gönderdik